28 Eylül 2010 Salı

İPTEN ADAM ALMA

Halk arasında 'ipten adam almak' diye bir söz vardır; avukatlar için kullanılır. 'Çok başarılı bir avukat ipten adam alır' gibisinden.

Yargıtay başkanı Osman Arslan'ın ağzından bu sözün nereden geldiğinin hikayesi :

Bir tarihte varlıklı bir İngiliz, ağır bir suç işlemiş. O suçun cezası 'idam'. Adam hemen ülkenin en ünlü avukatını tutmuş.

Avukat demiş ki: - Merak etme... Ben seni kurtarırım., Mahkeme başlamış. Avukat savunmasını yapmış. Ve hakim kararını
açıklamış. -İdam!..

Avukat , hapishaneye gitmiş, müvekkiliyle konuşmuş:
-Merak etme, seni kurtarırım.
-Nasıl?
-Bu işin temyizi var... Temyiz, idamı bozacak.
Dava dosyası temyize gitmiş. Temyiz mahkemesinin kararı:
-Mahkeme kararının onanmasına... İdam!

Adam 'hani beni kurtaracaktın' diye avukatına çıkışmış. Avukat hala sakin:
-Merak etme. Seni kurtarırım. Daha her şey bitmedi. Konu, Avam Kamarasına gelecek.
Gerçekten, Avam Kamarası'na gelmiş. Konuşulmuş. Sonunda, parmaklar kalkmış:
-İdam!...

Adam sinirli mi sinirli. Avukat da sakin mi sakin:
-Merak etme. Seni kurtarırım. Lordlar Kamarası, idamı geri çevirir.
Endişen olmasın. Lordlar Kamarası toplanmış. Olayı incelemiş. Kararını vermiş:
-İdam!...
Adam elinden gelse avukatı bir kaşık suda boğacak. Ama avukat hiç oralı değil:
-Merak etme. Seni kurtarırım. Kraliçe onay vermeden, hiçbir idam cezası infaz edilmez. Kraliçe bu kararı bozar.
Dosya kraliçe'nin önüne gelmiş. Kraliçe imzayı basmış:
-İdam!...

Londra'da bir meydanda idam sehpası kurulmuş. Hakim, savcı, avukat, güvenlik görevlileri, halk orada. Adamı idam sehpasına çıkarmışlar. Adamın
avukata dönük bakışlarından alev fışkırıyormuş. Avukat ise adama 'sus' işareti yapmaktaymış; 'Merak etme, seni kurtarırım.' gibisinden.

Ve cellat, yağlı ilmeği, adamın boynuna geçirmiş. Alttaki iskemleye de tekmeyi vurmuş. Adam, ipte sallanmaya başlarken avukat yerinden fırlamış,
cebinden bıçağı çıkarmış ve adamın boğazındaki ipi kesivermiş. Adam zar zor nefes alır bir halde yere yuvarlanmış.

Hemen hakimler, savcılar koşup gelmişler:
-Avukat... Sen naptın?
Avukat, cebinden İngiliz Ceza Yasasını çıkarmış:
- Yasada , müvekkilimin işlediği suçun cezası idam... Siz de onu idam ettiniz... Ama yasada 'idam edilerek öldürülür' diye bir hüküm yok...
Bu durumda ceza infaz edilmiş sayılır.

Bunun üzerine İngiltere'de bir hukuk tartışması başlamış. Kraliçe, avukatın bu becerisinden dolayı adamı affetmiş.

Ve İngiliz Ceza Yasası'nın idamla ilgili maddesi yeniden düzenlenmiş.

- 'İdama mahkum edilen kişi, asılmak suretiyle öldürülür.'olarak değiştirilmiş..

27 Eylül 2010 Pazartesi

BEBEK YARIŞI

BİR KADIN ON YIL İÇİNDE KAÇ ÇOCUK DOĞURABİLİR?

Zaman makinemize atlayıp, tarihi 31 Ekim 1926'nın 16.30'una ayarlayalım. Bu tarihte, Charles Vance Millar adlı zengin bir Kanadalı avukat, 73 yaşında hayata gözlerini yumdu. Masasının başında oturuyordu ve tam konuşmaya başlamak üzereydi ki "başı öne düştü ve ses bile çıkarmadan vefat etti."

Ne olmuş yani, diyeceksiniz. İnsanlar her gün ölüyor.

Bu doğru. Zaten onun Ölümüyle ilgili olağandışı bir durum yok. Bizim ilgimizi çeken, son arzusu ve vasiyetnamesi.

Millar hiç evlenmemiş ve çocuk sahibi olmamıştı. Ailesi olmadığı için servetini bırakacağı biri de yoktu. Bu yüzden, Millar vasiyetini bir insanın para için neler yapabileceğini gösterecek bir dizi eşek şakası şeklinde düzenledi.

Vasiyetindeki bir madde ile, Ontario Jokey Kulübü'ndeki değerli hisselerini, kumar karşıtı olmalarıyla ünlü bir yargıç ile bir rahibe bırakıyordu. Ne mi yaptılar? O güne kadarki laflarını bir kenara bırakarak derhal bu hediyeyi kabul ettiler. Hisselerin üçüncü kısmı, iki rakip atın sahibi olan ve güvenilmez karakteri yüzünden çoktan üyelikten çıkarılmış olması gereken bir adama bırakıldı.

Bir başka madde ile, 'günahkarlar için kutsal kitabı' yorumlayan şehirdeki her Hıristiyan papaza Kenilworth Jokey Kulübü'nden bir hisse senedi bıraktı. Uzun tartışmalardan sonra, ruhban sınıfının ancak bir kısmı bu hediyeyi kabul etti. Daha sonra, her senedin sadece yarım sent değerinde olduğunu öğreneceklerdi.

Toronto'daki her papaza, O'Keefe Bira Şirketi'nin bir hissesini bıraktı. Öyle ki, bira fabrikası Katolik mülkiyetine girmiş olacaktı, iki grup arasında büyük düşmanlık olduğu bir dönemdi ama hak sahibi 260 rahipten 91'i, her biri 56 dolar değerindeki hisseleri kabul ettiler.

Ancak, vasiyetinin en ünlü kısmı Bebek Yarışı ile ilgiliydi.

Bebek Yarışı nasıl gerçekleşecekti?

Çok basit. Millar, servetinin kalanını 'ölümünden on yıl sonrası itibariyle "Toronto şehrinde en fazla sayıda çocuk doğurmuş olan anneye" bırakacaktı. Bir başka deyişle, tüm servetini, tahminen 100 bin doları, ölümünü izleyen on yıllık süre içerisinde en çok çocuk doğuran kadına bırakıyordu.

Elbette, kendi yeğenleri de dahil olmak üzere, birçok kişi bu maddeye itiraz etti. Bazıları ise, vasiyetinin toplumsal ahlaka uygunluğunu tartıştılar. Gayri meşru veya ölü doğan çocuklar da ayrı bir meseleydi. Fakat unutmayın ki, Millar bir avukattı ve dosya eksiksizdi. On iki yıllık yasal mücadelenin ardından, Kanada Yüksek Mahkemesi'ne gelen vasiyetnamenin içeriği kabul edildi.

İlk başta, bu yarışma sadece biraz merak uyandırdı. Fakat Büyük Kriz patlak verince insanlar iş ve paraya muhtaç duruma düştüler. Aynı dönemde Millar'ın, bir tünel projesinin yüz bin adet hisse senedini satın aldığı öğrenildi. Öldüğü sırada toplam iki dolar eden senetler tamamen değersizdi. Ama Windsor, Ontario ve Detroit, Michigan arasındaki tünel projesi gerçekleştirildi. Millar'ın mal
varlığı birdenbire 750 bin dolara fırladı. Millar'ın serveti artık çok daha çekiciydi.

Böylece büyük yarış başladı.

Yola çıkıldı!

Toronto'nun gebelik merkezleri dolup taşıyordu. Gazetelerde, hangi kadınların önde gittiğine dair listeler yayımlanıyordu. İkiz veya üçüz doğuran anneler özellikle dikkat çekiyordu. Şehrin çocukları kayıt etmekten sorumlu dairesi 'unutulmuş çocuklar' için gelen yeni başvurulara boğulmuştu. İlave başvuruların reddedilmesi gerekti.

Bahislerin de yürütüldüğünden emin olabiliriz.

Millar'ın öldüğü saniyeden tam on yıl sonra yarışma sona erdi. Vasiyete dair tüm yasal tartışmaların sona ermesinin ardından, sıra ödülü vermeye gelmişti.

Bugünün standartlarına göre, Pauline Clarke adlı bir kadın, on yılda on çocukla kazanmış olmalıydı ama diskalifiye edildi. Neden mi? Çünkü çocukların babaları farklıydı. Eski kocasıyla boşanma işlemleri henüz tamamlanmamışken yeni sevgilisinden çocuk sahibi olduğu ortaya çıkmıştı. 1930'lar için büyük bir hata.

Lillian Kenney adlı bir başka kadın, on yılda on iki çocuk doğurmuştu. Vay canına! Fakat sonuçta o da diskalifiye edildi çünkü çocuklardan bazıları doğumda Ölmüştü. Ölüm belgelerini sağlayamadığı için, ölü doğmuş olduklarım ispatlaması mümkün değildi.

Yine de tüm 'çabaları' ve çektikleri inanılmaz acılar için iki kadına da 12 bin 500 dolarlık teselli ödülleri verildi.

Tüm mahkeme ve avukat masrafları düşüldüğünde, Millar'ın serveti 500 bin dolara düşmüştü. Arta kalan ganimet dört kadın arasında bölüştürüldü: Annie Smith, Kathleen Nagle, Lucy Timleck ve Isabel MacLean. Dördü de on yıllık süre içerisinde dokuzar çocuk doğurmuştu.

Bu yarış, her türlü at yarışından daha ilginçti ve birçoğundan da daha iyi para veriyordu.

EL-KUVEYT

VAKVAK AMCA GÜNÜ NASIL KURTARDI?

Muhtemelen sizin de farkında olduğunuz gibi, okyanusların dipleri, hedeflerine asla ulaşamamış gemilerin enkazlarıyla doludur. Bu gemilerin bazıları altın ve değerli mücevherat taşıyordu. Bazılarıysa muharebe sonucu batmıştı. Şimdi bahsedeceğim gemiyse, çizgi roman kahramanı Vakvak Amca (Donald Duck) dehası olmasa, tarihte bir dipnot olarak bile anılmayacaktı.

O halde, El-Kuveyt isimli yük gemisinin Basra Körfezi'nin zemininde limana 87 derece açıyla yan yattığı 1964 yılının Aralık ayına geri dönelim.

Aman ne mühim, diyebilirsiniz.

Ama Kuveyt halkı için bu gerçekten mühimdi. Gemi, Kuveyt'in ana su kaynağının ortasında, yaklaşık altı bin koyunla birlikte batmıştı. Tuz rafinerileri, deniz suyunun içilebilmesini sağlamak için sudaki tuzu arıtmak amacıyla tasarlanmışlardı. Binlerce çürümüş hayvan leşinin etkilerine karşı işe yaramıyorlardı. Su kaynağını kurtarmak için enkazı çıkarmak gerektiği açıktı, ama kimse bunun nasıl yapılabileceğini bilmiyordu.

Çözüm, o dönemde Kuveyt'te çalışan Danimarkalı bir mühendisten, Kari Kroyer'den geldi. 1949 Mayıs'ında çıkmış bir Walt Disney çizgi romanında, Vakvak Amca'nın da benzer bir sorunla karşı karşıya kaldığını hatırlıyordu -amcası Varyemez'in batmış yatım sudan çıkarmak. Vakvak ve üç yeğeni (eğer isimlerini unuttuysanız: Can, Cin ve Cem) harika bir çözüm bulmuşlardı: Yatın içini pinpon toplarıyla doldurarak suyun üzerine çıkmasını sağlamak.

Kroyer de benzer bir yöntemi denemeye karar verdi. İki bin groston ağırlığında bir yük gemisinin yükselmesini sağlayacak kadar pinpon topu bulmak elbette kolay bir iş değildi. Kroyer, bunun yerine, polistiren tozunu kaynatarak inci büyüklüğünde içi hava dolu toplar elde edecek bir sistem geliştirdi. Esasında, kendi küçük pinpon toplarını yapıyordu. Balonlar hazırlandıktan sonra, bunları geminin omurgasına yerleştirecekti.

Bütün kazanlar, pompalar ve kimyasallar hava yoluyla Danimarka'dan Kuveyt'e getirtildi. Makineler sürekli olarak pompaladı, pompaladı ve pompaladı.

Peki, bu çılgınca plan işe yaradı mı?

Kesinlikle. 150 ton köpük, yani 27 milyon polistiren topu ve üç ay süren çalışmalar sonucunda, El-Kuveyt başarıyla su yüzüne çıkarıldı ve güvenli bir şekilde kızağa çekildi. Kuveyt su kaynakları kurtarılmıştı. Gemiyi kurtarmak toplam 435 bin dolara mal olmuştu. Geminin iki milyon dolarlık sigortası bulunduğundan, sigorta şirketi masrafı karşıladı. İyi iş!

Bu olağandışı kurtarışın haberleri ve resimleri dünyanın her yerinde basıldı. İyi reklam yapılmıştı ama gemiyi çıkartan şirket BASF, işlemin patentini almak için başvurduğunda reddedildi. Vakvak Amca, büyük şirkete sıkı bir darbe indirmişti. Vakvak Amca'nın dahiyane çözümü önceden basılmış olduğu için, kamusal bilgi olarak değerlendiriliyordu. Eğer şirket özgün fikrin nereden alındığını dünyaya hiç açıklamamış olsaydı, herhalde patenti alırdı.

Kuveyt halkı, su kaynaklarını kurtardığı için Vakvak Amca adlı kurmaca bir karaktere ve çizeri Cari Barks'a teşekkür edebilir.

NIAGARA ŞELALESİ

- BÖLÜM 1

ŞELALENİN KURUDUĞU GÜN

Eğer Niagara Şelalesi'ne hiç gitmediyseniz, olağanüstü bir manzarayı kaçırmışsınız demektir. Şelalenin kuvvetini, hiddetini ve eşsiz güzelliğini anlatmaya kelimeler yetmez. Suyun bir kısmı Niagara Nehri üzerindeki büyük hidroelektrik santrallerine yönlendirilmeden önce, dakikada 350 milyon litrenin üzerinde suyun yaklaşık 58 metrelik yükseklikten aşağı aktığı tahmin ediliyordu. Evdeki duş gibi bir şey değil kuşkusuz.

Eğer balayı, tatil veya herhangi bir sebepten dolayı Niagara Şelalesi'ne bir seyahat planlıyorsanız, şelalede su olmasını umut edersiniz. Ne de olsa kuru bir şelale yüksek bir kayalıktan başka bir şey değildir ve bunun da hiçbir özel tarafı yoktur.

Amerikan Şelalesi'nin, askeri mühendisler tarafından, 1969 yılında, nehre bir set kurularak kapatıldığını duymuşsunuzdur. Ancak şelale bütünüyle durdurulmamıştı; su, Horseshoe Şelalesi'ne ve elektrik santrallerine yönlendirilmişti.

Benim burada bahsedeceğim ise, 29 Mart 1848 tarihinde şelalenin kuruduğu gün meydana gelen bir dizi tuhaf olay. O günlerde kuraklık falan da yoktu.

Peki ne olmuştu?

28 Mart gecesi, şelalenin gürültüsüne alışmış bölge sakinlerinin alışılmamış bir sessizlik sonucunda uyandıkları anlaşılıyor. Kudretli Niagara susmuştu. Sanırım bu tren yolu çevresinde yaşamak gibi bir şey; bir süre sonra gürültüyü fark etmez hale geliyorsunuz ama ses kesildiğinde yadırgıyorsunuz. (En azından annemin iddiası bu; çocukken ne zaman büyükannemlerin evinde kalsam, tren yüzünden bütün gece uyuyamazdım.)

Yüzlerce insan evlerinden çıkıp ne olduğunu anlamaya çalıştılar. Şelaleden geriye birkaç küçük su akıntısı kaldığını gördüler. Herkes evlerine çekildiği sırada suyun normal seviyesinde olduğuna emindiler.

Kimse ne olup bittiğini bilmiyordu. Nasıl olsa kimsenin bir uçağa atlayıp ırmağın yukarı kısımlarının ne durumda olduğuna bakma şansı yoktu. Birilerini aramak için telefon da yoktu. Ve elbette, televizyon ya da radyo gibi lükslere de sahip değillerdi.

Bir başka deyişle, ne olup bittiği hakkında kimsenin en ufak bir fikri yoktu.

Kimileri bunun dünyanın sonu, kutsal kitapların bahsettiği mahşer günü olduğu sonucunu çıkardı. Bölgedeki kiliselere doluşup, her şeyin yoluna girmesi için dua ettiler.

Kimileriyse biraz para kazanmaya karar verdi. Nehir yatağı ilk kez ortaya çıktığı için, hatıra avcıları işe koyuldu. Bir sürü ıvır zıvır buldular; daha çok 1812 Savaşı'ndan kalma eski silahlar, kılıçlar, baltalar ve paslı eşyalar. Girişken bir adam nehir yatağındaki kütükleri çıkardı; böylesi ağaçları kesmekten daha kolaydı. Elektrikli testerenin olmadığı bir dönemden bahsediyoruz. O güne kadar
tekne seferlerini hep engellemiş olan kayalar kırılıp parçalandı.

Peki bütün bunlara ne sebep olmuştu?

Kesin cevabı hala bilmiyoruz. En sık bahsi geçen açıklamaya göre, o gün rüzgar öyle güçlüydü ki nehirdeki su seviyesinin düşmesine sebep oldu. Aynı anda, Niagara Nehri'nin Erie Gölü'nden ayrıldığı nokta bir buz kütlesi yüzünden tıkandı. Sonuç, herkesi uyandıran kurumuş şelaleydi. Buz tıkanıklığı otuz saat kadar sürdü ve l Nisan'da şelale normale döndü. Sanırım doğa bu şekilde Niagara Şelalesi halkına l Nisan şakası yapmıştı.



BÖLÜM 2

ALIŞILMADIK BİR YARIŞMA

Önceki Niagara Şelalesi öyküsünü araştırırken, bu boğazı geçen ilk köprünün de aynı dönemde inşa edildiğini öğrendim. Charles Ellet Jr. tarafından yönetilen bir şirket, at arabalarını, trenleri ve iki ayaklıları (yani yayaları) taşımak üzere bir asma köprü inşa etmek için anlaşma imzalamıştı.

Ellet'in karşısında, köprüyü inşa etmesine engel olan gerçekten büyük bir sorun vardı. Bir asma köprü yapmayı önerdiğine göre, iki yüz elli metrelik boğazdan ilk kabloyu geçirmenin bir yolunu bulmak gerekiyordu. Bu hiç de kolay bir iş değildi. O dönemde, güçlü 'Girdap Akıntıları'nı geçebilecek tekne yoktu. Ellet, ip bağlanmış bir roketin boğazın üzerinden fırlatılmasını önerdi. (O zamanlar roket var mıydı ki?) Bazıları da bir top fırlatılması fikrini öne sürdü.

Hmmm. Bu kafa karıştırıcı bir meseleydi.

Ama öğrencilerime hep söylediğim gibi, en doğru cevap çoğu zaman en basit olanıdır. Ellet, boğazın üzerinden bir uçurtma geçirebilen ilk çocuğa para ödülü vereceğini açıkladı. Kısa süre içerisinde, çok uzun ipleri olan uçurtmalar gökyüzünü kapladı. Ancak Homan Walsh isimli on beş yaşında bir oğlan çocuğu ortaya çıkana dek, kimse başarılı olamadı.

Nehrin Amerika kıyısından Kanada kıyısına feribotla geçen Walsh, köprünün yapılacağı noktaya kadar da üç kilometre yürüdü, îlk denemesinde, The Union (Birleşme) adını verdiği uçurtması boğazı geçti ama kayalıklara takılan kordonu kırıldı. Yeniden denemeye kararlıydı ama buz kütleleri sebebiyle feribot seferleri sekiz gün boyunca gerçekleştirilemeyince, uçurtmasını diğer taraftan kurtarması gecikti, ikinci denemesinde başarıya ulaşan Walsh, para ödülünü kaptı.

Walsh'ın uçurtması boğazı başarıyla geçince, köprü mühendisleri uçurtmanın ipine bağladıkları daha ağır bir sicimi diğer tarafa ulaştırmayı başardılar. Bu işlemi ileri geri tekrarlayarak, her geçişte kablonun çapını genişletip gerekli hattı oluşturdular. 1848 yılı Temmuz ayında bir yaya köprüsü hizmete açıldı. Öyle popüler oldu ki, ünlü feribot Maid of the Mist (Sis Hizmetkarı) sadece gezi turları amacıyla kullanılmaya başlandı. Ancak, devreye politika girdi ve Ellet'in şirketi projeyi asla tamamlayamadı. Demiryolu trafiğini boğazın üzerinden geçirebilen bir köprü, ancak yedi yıl sonra, John Roebling tarafından inşa edildi.

PELEE DAĞI

BİR SEÇİM NASIL TÜM SEÇMENLERİ ÖLDÜRDÜ?

Politikacılar seçim kazanmak için her şeyi yaparlar; hatta tüm seçmenlerini öldürmeyi bile göze alırlar! 1902 yılında, Martinique'teki güzel kent St. Pierre'de böyle bir vaka yaşandı.

Benim gibi zamanında coğrafya derslerine yeterli ilgiyi göstermemişseniz ve bu adanın yerini bilmiyorsanız, sizi atlas karıştırma zahmetinden kurtarayım. Martinique, Karayip Denizi'nde, Venezüella'nın yaklaşık altı yüz kilometre kuzey doğusunda bir adadır.

Bu arada, Kolomb Amerika'yı hiç keşfetmemiş olabilir ama tarihçiler onun bu küçük adayı 1502 yılında keşfetmiş olduğuna eminler. (İki soru: l- İnsanların zaten yaşamakta olduğu bir adayı nasıl keşfetmiş olabilirsiniz? ve 2- Kolomb Tanrının unuttuğu minicik bir adaya rastlarken nasıl olur da koca bir kıtayı bulamaz?)

Öykümüze dönelim:

Adanın her iki bölgesinden de Fransa için bir temsilci seçmek üzere, 10 Mayıs 1902 tarihinde sandık başına gidildi. Seçim sonuçlarının adadaki güç dengelerini değiştirmesi ihtimali oldukça yüksekti.

Bir köşede, adadaki beyaz üstünlüğünü temsil eden ve yüzyıllardır iktidarda bulunan İlerici Parti; karşı köşede, Martinique'in siyah ve melez çoğunluğunu temsil eden, yeni kurulmuş Radikal Parti. Üç yıl önceki 1899 seçimlerinde, Amedee Knight adlı siyah bir adam senatör seçilmişti. İlerici Parti, başka hiçbir siyahın siyasi bir mevkie çıkamamasını sağlamaya kararlıydı. Zengin ile yoksul, siyah ile beyaz arasındaki çekişme kızışıyordu.

Ancak, adanın üzerinde kurulduğu dev Pelee Dağı ortalığı daha da ısıtacaktı.

Nisan başlarında, Pelee Dağı gümbürdemeye başladı. Yanardağ ağzından kül bulutları ve zehirli gazlar püskürtmeye başladı. St. Pierre'in dar sokakları ince kül tabakalarının altına gömülmeye başladı.

Halk endişeliydi ama kimse Vali Mouttet kadar endişeli olamazdı. Yedi ay önce Fransız hükümeti tarafından atanmıştı ve temsilcilerin her ikisi de Radikal Parti'den seçilirse, bu onun için büyük utanç kaynağı olacaktı. Başa baş geçmesi muhtemel seçimi yönlendirmek için elinden geleni yapıyordu. İhtiyacı olan son şey insanların panik halinde adayı terk etmesiydi. Sadece beyaz azınlığın göç etmeye yetecek kadar parası olduğunun farkındaydı. Onlar da giderse, İlerici Parti seçimi kaybederdi. Adayı terk etmelerini engellemek için bir şeyler yapması şarttı.

Adanın en büyük gazetesi Les Colonies'i volkanın tehlike unsuru olmadığına ve giderek büyüyen panik ortamından Radikal Parti'nin sorumlu olduğuna dair haberler yayımlamaya ikna etti. Gazete, yıllar boyunca her konuda iktidarı desteklemişti ve bu da bir istisna değildi. Mouttet, gazetenin editörü Andreas Hurard'ı, Pelee'nin tehlike içerdiğine dair her türlü düşünceyi göz ardı etmesi için ikna etti. Hurard'ın, valinin ricasını kabul etmekten başka şansı yoktu, çünkü Mouttet gazetenin reklam gelirlerinin büyük Ölçüde düşmesini sağlayabilecek konumdaydı.

3 Mayıs'ta volkanda meydana gelen yarık sonucunda, kül ve çamur bir dağ köyünü yok etti ve St. Pierre'in içinden geçen nehir boyunca yol almaya başladı. Amerikan elçisi, Washington'u tehlikeden haberdar etmek için bir telgraf çekti. Fakat telgrafı durduran Mouttet, patlamaların yatıştığını ve tehlikenin sona erdiğini belirten kendi mesajını yolladı.
Ne yazık ki gerçek böyle değildi. Kül yağmaya devam etti ve tüm şehirdeki çatılar yıkıldı. Volkana yakın bölgelerde yaşayan yüzlerce insan patlamalar sonucunda öldü. Kurtulanlar St. Pierre'e kaçınca, kentin nüfusu 30 bine fırladı. Şehir sakinleri adayı terk etmek istediler ama Mouttet bunun gerçekleşmesine izin veremezdi. Vali, St. Pierre halkının adayı terk etmesini engelleyen emirler
vermişti.

Tesadüfen, 7 Mayıs tarihinde de yakındaki St. Vincent adasındaki Soufriere volkanı patladı ve yaklaşık iki bin kişinin ölümüne yol açtı. Soufriere'in patlaması St. Pierre halkını biraz rahatlattı; bu patlamanın kendi volkanlarındaki basıncın azalmasını sağlayacağını düşündüler.

Aynı gece, vali ve karısı St. Pierre'i ziyaret edip Bağımsızlık Oteli'nde konakladılar. Halkın güvenini tazelemek amacıyla kente gelmişlerdi. Durumun ne kadar kötü olduğunu gözleriyle görünce, şehri boşaltmanın vaktinin geldiğine karar verdi. Açıklamayı yapmak için, ertesi gün katedralde gerçekleşecek Ekmek ve Şarap Ayini'nin bitişini beklemeyi uygun gördü. Ne yazık ki Mouttet tahliye emirlerini asla veremeyecekti. Ertesi sabah 07: 59'da, Pelee Dağı'nda patlamalar
duyulmaya başlandı.

Bu, sonun başlangıcıydı.

Volkan, büyük ve siyah bir duman püskürttü. Kabaran dumanın içinde şimşekler çaktı. Daha da kötüsü, volkanik gaz ve parçalardan oluşan yakıcı bir çığ dağdan aşağı inmeye başladı. Teknik ismi nuee ardenîe olan bu ateşten bulut, yokuş aşağı St. Pierre'e doğru ilerledi.

Sıcaklığı yedi yüz dereceyi aşan çığ, saatte yüz kilometrenin üstünde bir hızla ilerliyordu.

Dünyanın kentten duyduğu son söz, St. Pierre telgraf operatörünün Fort-De-France operatörüne saat 08:02'de çektiği "Gidin" mesajıydı. Sadece bir dakika sonra, Pouyer-Quertier gemisindeki bir telsiz operatörü şu mesajı çekti: "Pelee patlaması sonucu St. Pierre yok oldu. Yardım gönderin."

St. Pierre saniyeler içinde alevler içinde kaldı. Uzaktan, yanmakta olan insanların alev topundan kaçıp kendilerini denize atarak kurtulmaya çalıştıkları görülebiliyordu. Kavrulmuş etleri, suya girdikleri an cızırdıyordu. Limana ve ticaret gemilerine akan alev duvarı, suya yayılarak, oraya kadar kaçmayı başarabilmiş olanları da öldürüyordu. Kurtarma ekipleri geç kaldılar. Uzaktaki gemiler patlamanın Soufriere'de gerçekleştiğini sandıkları için Martinique'i es geçtiler. İngiltere, Japonya, Almanya ve ABD deniz kuvvetleri, tüm yardımları St. Vincent'e gönderdiler. St. Pierre'deki durumun daha beter olduğunun farkında değillerdi.

Elbette, kurtarma ekiplerinin de pek bir faydası olmazdı. Felaket, yirminci yüzyılın en büyük ve son iki bin yılın ise en büyük üçüncü patlamasıydı.

Vali Mouttet ve eşi de dahil olmak üzere, otuz bin kişinin tamamının canlı canlı yandığı tahmin ediliyordu. Ölülerin çoğu çıplak halde bulundu. Giysileri üstlerinde buharlaşmıştı adeta. Isı o kadar yüksekti ki her türlü cam ve çelik bile erimişti. Şehir tamamen yok olmuştu.

Kurtarma ekipleri arama çalışmalarına başladıklarında, kurtulmayı başarmış üç kişiye ulaştılar. Bir ev kadını olan Yvette Montferrier, şehrin bir buçuk kilometre dışında, bir hendeğe sığınarak kurtulmuştu. Kötü bir şekilde haşlanmıştı ve birkaç saat ya da günden daha fazla yaşayıp yaşayamadığını bilmiyoruz.

Yirmi sekiz yaşında bir ayakkabı tamircisi olan Leon Compere-Leandre, şehrin rıhtıma yakın varoşlarındaydı. Patlamadan önce, sığınmacılar evini işgal etmiş ve çıkmayı reddetmişlerdi.

Onlarla tartışmak yerine evinin bodrumuna sığınan Compere-Leandre, her şey bittikten sonra yukarı çıktığında, evinin yok olduğunu ve tüm sığınmacıların da öldüğünü gördü. Kolları, bacakları ve göğsü yanıklar sebebiyle kanadığı ve acı verdiği halde, Fort-De-France'a giden ana yol olan beş kilometre ötedeki 'Le Trace'a ulaşmayı başarmıştı. Kurtarma ekipleri tarafından hastaneye götürüldü
ve tedavi edildi. 1936 yılına dek yaşadı.

Bu öykünün son sürprizi ise, bir yeraltı hapishane hücresinde bulunan, on dokuz yaşındaki Auguste Ciparis. Kötü bir şekilde yanmıştı, hücresi molozla dolmuştu ve üç gün boyunca kurtarma ekiplerinin gelmesini beklemişti.

Peki neden oradaydı?

Ciparis'in, beyaz bir Fransız'ı öldürmek suçundan ölüm cezasına çarptırılmış bir siyah olduğu anlaşılıyor. 8 Mayıs Sah günü asılacaktı, yani, patlama günü! Elbette, cellatları onu götürmeye asla gelmediler. Kaderin bir cilvesi olarak, ölenler Ciparis'i ölüme mahkum edenlerin de aralarında bulunduğu otuz bin kişi olmuştu. Şehrin içinde kurtulmayı başaran tek kişi, bir idam mahkumuydu.

Bundan daha traji-komik bir durumla karşılaşamazsınız.

Ciparis'in cezası hafifletildi. Daha sonra öğrenildiğine göre, seçimi garantilemek isteyen vali de son bir çaba olarak adam için af çıkartacaktı. Ciparis yaşamının geri kalanında Barnum & Bailey Sirki'nde gösteri yaparak geçindi. Gösterisi ne miydi? Günlerce hücresinin bir kopyasında kalmak. Ciparis, 1929 yılında öldü.

POON LIM

KURTULMAYI NASIL BAŞARDI?

İnsanlar bir dünya rekoru kırabilmek için her türlü tuhaf şeyi yapabiliyorlar.

Dünyanın en büyük pizzası. En uzun tırnak. Dişleriyle bir treni çekebilen adam. En gürültülü rock konseri. Vesaire, vesaire...

Yine de kimsenin kırmak istemeyeceğinden emin olduğum bir dünya rekoru daha var.

Rekoru elinde tutan kişi Poon Lim adlı bir adam. Atlantik okyanusunun güneyinde, bir cankurtaran botunun içinde tam 133 gün boyunca hayatta kalmayı başardı.

Öncelikle Poon hakkında biraz bilgi. Çin'in güney kıyısı açıklarındaki Hainan Adası'nda doğdu. Yirmi beş yaşına geldiğinde, İngiliz Ticaret Filosu'nun yardımcı kamarotu olarak S. S. Benlomond'da çalışmaya başladı. Güney Afrika'daki Cape Town'dan yola çıkıp Güney Amerika'daki Alman Ginesi'ne (Surinam) giden geminin elli beş kişilik ekibinin parçasıydı.

Şu ana kadar anlattıklarımda olağandışı bir şey yok, bütün bunların İkinci Dünya Savaşı'nın en civcivli günlerinde geçiyor olması haricinde. Atlantik okyanusu Alman Nazi denizaltıları kaynıyordu. Kaçınılmaz olarak, 23 Kasım 1942 tarihinde, bir denizaltı Benlomond'u Brezilya'nın kuzey kıyısı açıklarında tespit etti ve üzerine bir torpido gönderdi.

Boom! Tam isabet! Yıllar sonra 'Amiral Battı' oynayanlar 'Denizaltımı batırdın' diye ağlayacaklardı.

Gemi hızla battığı için, Poon Lim ve diğerleri suya atladılar. Poon Lim'in üzerinde cankurtaran yeleği vardı ve batmakta olan gemiden yüzerek uzaklaştı. Islanan giysileri onu yavaşlattığı için, üzerindekiler! çıkarması gerekti. Bu akıllıca bir hareketti çünkü kazanları patlayan gemi suyun dibine gömüldü, bir daha görülmemek üzere.

Şimdi, zavallı Poon'un yerinde olduğunuzu düşünün bir. Atlantik Okyanusu'nun ortasında, cankurtaran sandalınız da olmadan başınızı suyun üzerinde tutmaya çalışıyorsunuz. Her yer karanlık, siz çırılçıplaksınız ve dört tarafınız uçsuz bucaksız deniz. Ne yapardınız?

Herhalde elinizden sadece bir mucize için dua etmek gelirdi. Poon Lim'in mucizesi gerçek oldu. Yani, bir bakıma. Poon, bir şişme bota rastlamak umuduyla suyu tarıyordu. Her dalgayla kendini suyun üzerinde yükselterek ilerlerde bir şey olup olmadığına bakıyordu.

Önce, içinde beş adam olan bir cankurtaran botu gördü. Bir Alman denizaltısı tarafından alındılar ama birkaç dakika sonra yeniden botlarına döndüler. Denizaltı ekibinden biri, suyun içinde mücadele eden Lim'i gördü. Yardım etmek yerine, silahım o yöne çevirip ateş ediyormuş gibi yaptı ve onu kaderine terk etti. Lim, dalışa geçen denizaltının doğruca cankurtaran botunun üzerine gittiğini anladı. Halk arasındaki deyişle, adamları biçip geçtiler. Lim'in bu konudaki şüpheleri kurtarıldığında doğrulanmış oldu (ve bu çok ama çok uzun vakit alacaktı) çünkü adamların hiçbiri kurtarılmamıştı. Ama durun!

Poon Lim hala Atlantik'te çıplak bir şekilde yüzüyordu! İki saat daha sürüklendikten sonra, yüz metre kadar ilerde bir cankurtaran botuna rastladı. Tabii ki ona doğru yüzdü ve içine atladı.

İki metre kare genişliğindeki bu bot, etrafında kereste bir çerçeve olan altı tane su geçirmez silindirden oluşuyordu. Ortadaki bir boşluğun iki yanında da birer metreden toplam iki metre uzunluğunda tahta çıkıntılar vardı. Botta kırk beş litrelik bir su deposu, bir miktar işaret fişeği ve bir el feneri vardı. Ayrıca bir kilo çikolata, beş teneke suyu alınmış süt, bir çuval arpa şekeri, bir şişe ıhlamur suyu ve bir kutu çok sert bisküvi buldu.

Kabul edelim ki botun lüks bir gemi olduğunu söylemek mümkün değil ve kurtulmak için bu yiyeceklerin depolanmasının gerekli olduğuna kanaat getirmiş kişi gerçekten aklını kaçırmış olmalı. Lim, kahvaltı ve akşam yemeğinde birkaç yudum su ve ikişer bisküvi ile kendini sınırladığı takdirde en azından bir ay boyunca hayatta kalabileceğini hesapladı.

Başlangıçta, Poon Lim'in umudu vardı. Birkaç kez neredeyse kurtarılıyordu. Çetin sınavın yedinci gününde, geçmekte olan bir geminin dikkatini çekebilmek için çılgınca çabaladı. Mürettebat kendisini fark etsin diye işaret fişeklerinden birini yaktı. Onu fark ettiler de ama Çinli olduğunu görünce ölüme terk ettiler. Evet, geminin tek yaptığı bu oldu; geçip gitti. (Neden Barry Manilow'un 'Biz farklı yönlere giden iki ayrı gemiyiz' şarkısını söylediğini duyar gibi oluyorum?)

Daha sonra altı veya yedi devriye uçağının üzerinden geçtiğini fark etti. işaret fişeği kalmadığı için, dikkatlerini çekebilmesi zordu. Yine de bir şekilde bunu başardı. Etrafında dönen bir uçak, yeri işaretlemek için bir teneke yağ kutusu bıraktı ve uzaklaştı. O gece şiddetli bir fırtına çıkınca Lim de uzaklara sürüklendi haliyle. Uçaklar onu aramak için geri dönmediler.

Poon Lim, daha uzun süre denizde kalacağını anlamıştı. Pes edip ölmeyi de seçebilirdi ama bunun yerine becerilerini ve sınırlı imkanlarını kullanarak hayatta kalmaya karar verdi.

Botta bulunan iki geniş çuval bezini, kendisini kızgın güneş ışınlarından koruyacak bir çatı olarak kullandı. Çıplak olduğunu unutmayın. Çadır bezini, yağmur suyunu toplayacak şekilde biçimlendirdi ve topladığı suyu kırk beş litrelik deponun içinde biriktirdi. El fenerini parçalayıp, içindeki zembereği bir balık oltası olarak kullandı. Botu bir arada tutan çivilerden bazılarını dişleriyle söküp (Aa!) başka oltalar yapmakta kullandı. Daha sonra, sıkı kenevir ipini kullanarak kaba bir balık ağı hazırladı. Botta oluşan midyeleri de yem olarak kullandı.

Her şey yolunda gittiği takdirde, hayatta kalmak için gerekli teçhizata sahipti. Artık tek yapması gereken bir şeyler yakalamaktı.

Yakaladığı ilk balığı, içinde kalan bisküvileri tuttuğu teneke kutuyla ikiye böldü. Balığın yarısını yedi, diğer yansım ise bir sonraki öğününü avlarken yem olarak kullanmak amacıyla ayırdı. Balık tutup, bunları kendi kurduğu ipin üzerinde kurutmayı sürdürdü. Kurutulmuş balık hazırlıyordu.

Balık avlama denemelerinin birinde, işler hesapladığı gibi yürümedi. Ağa takılan balık bir köpekbalığıydı. Elbette Jaws gibi bir şey değildi ama bir metre kadardı ve aynı ölçüde korkutucuydu. Köpekbalığını botun içine çekti. Hayvanın saldıracağını düşünerek, kollarını çuval beziyle kaplamıştı. Köpekbalığı bota girdikten sonra gerçekten de saldırdı. Poon Lim kısmen dolu su bidonuyla kafasını ezerek öldürdüğü köpekbalığının içini açtı ve iç organlarındaki kanı emdi.

Bir süre sonra, gökyüzünde martıların uçtuğunu fark etti. Bu yüzden, karaya yaklaştığını düşündü ama sizin de bildiğiniz gibi daha haftalarca sürüklenmeye devam edecekti. Balık stoku azalmaya başladığında, Klim kuşlardan birini yakalamaya karar verdi. Denizden topladığı yosunla bir kuş yuvası yaptı. Ölü balıklardan bazılarını yuvanın yanına koyarak kuşları çekebileceğini düşündü. Şanssız bir kuş, balık yemek için indiğinde, Poon Lim onu yakaladı. Kuş onu biraz tartakladı ama mücadeleyi kazanan Lim oldu.

Sonunda kara göründü. Artık güvende miydi? Elbette hayır. Amazon ormanlarının açığında ilerliyordu. Bu bölge, herhangi bir insanın yürüyerek geçmesi için fazla zorluydu. Ayrıca dev yılanlara ve başka yırtıcı hayvanlara yem olma riski vardı. Elindeki en iyi silah, teneke kaptan yaptığı kör bıçak olduğundan, Lim botla ilerlemeye devam etmenin en doğrusu olacağına karar verdi.

Botuyla yola devam etti.

5 Nisan 1943'te (yalnız geçen 130 günün sonunda) ufukta bir balıkçı teknesi göründü, işaretini fark eden tekne ona doğru geldi. Balıkçı teknesindeki üç Portekizli denizci Lim'i gemilerine aldılar. Lim, bir şekilde güçlü Amazon Nehri'nin ağzına kadar gelmişti. Ona ikram edilen su ve fasulyeyi büyük
minnettarlıkla kabul ettiğinden şüpheniz olmasın. Ancak, Lim'i hemen limana götürmediler. Zavallı Poon Lim, balık avının sona ermesini beklemek zorunda kaldı. Böylece, karaya ulaşması üç gün daha gecikti. Onu, Brezilya'daki, Belem adlı bir İngiliz sömürgesine götürdüler.

Yolculuğun izlerini silmek için dört hafta boyunca hastanede tedavi gördü. Aslında vücudu iyi durumdaydı. Sadece on beş kilo kaybetmişti. Pek iştahı yoktu ve uzun süre sadece süt içebildi. Bacakları güçsüzleşmişti ama yardım olmadan yürüyebiliyordu. Tabii, güzelce de bronzlaşmıştı!

İngiliz konsolosu, Miami ve New York üzerinden İngiltere'ye dönmesini ayarladı. Miami'de olduğu sırada, Çince tercüman aracılığıyla kurtuluş hikayesini anlattı. ABD Deniz Kuvvetleri, hayatta kalma başarısından o kadar etkilenmişti ki, yaşadıklarını yeniden canlandıran kısa metrajlı bir belgesel film bile hazırladılar. Bu filmi eğitim amaçlı kullanıyorlardı ama Poon Lim donanmaya katılmak istediğinde, düz taban olduğu için geri çevrildi! Herhalde Deniz Kuvvetleri'nin bürokratları, denizde yaşamak için öngördükleri asgari gereklilikleri karşılayamayacağını düşünmüşlerdi.

16 Temmuz 1943 tarihinde, New York'ta bulunduğu sırada, İngiliz İmparatorluk Madalyası ile ödüllendirildiğini öğrendi. Savaş kahramanları için verilen en önemli sivil nişan olan bu madalyayı bizzat Kral VI. George'dan almak üzere yeniden İngiltere'ye davet ediliyordu.

Çalıştığı şirket, elbette böyle bir reklam fırsatını kaçıramazdı. Ben Yolcu Gemisi Şirketi, ona ünlü şirket hediyesini takdim etti: Doğru tahmin ettiniz, altın bir saat!

Poon Lim, savaş sona erdiğinde Amerika Birleşik Devletleri'ne göç etmeye karar verdi. Ne yazık ki, 105 kişilik Çinli göçmen kontenjanı dolmuştu ve vatandaşlık başvurusu kabul edilmedi.

Ama o ünlü bir savaş kahramanıydı, düz taban olsa da. Başkan Harry Truman'ın 27 Temmuz 1949'da imzaladığı 178 numaralı Özel Yasa ile "Poon Lim'in ABD'ye kabulüne ve kendisine kalıcı oturma hakkı verilmesine" olanak sağlandı.

Poon Lim'e, bir cankurtaran botuyla denizde en uzun süre hayatta kalma rekorunun kendisine ait olduğu söylendiğinde, sakince "Umarım kimse bu rekoru yeniden kırmak zorunda kalmaz" yanıtını verdi.

Bence de.

TITANIC

VİOLET JESSOP'UN LANETİ

Titanic. Titanic. Titanic.

Bu gemiye dair her şey büyük. Büyük gemi. Büyük felaket. Büyük enkaz. Büyük film.

Sizi yaşananların detaylarıyla sıkmayacağım. Eminim birçok kez duymuşsunuzdur. Ayrıca, ben burada batmayan Violet Jessop'tan bahsetmek istiyorum.

Ne düşündüğünüzü biliyorum. Batmayan Molly Brown, değil miydi o? Elbette ama siz başka bir hikayeden bahsediyorsunuz. Molly tek bir deniz kazasından kurtuldu. Violet Jessop ise, her nasılsa, üç!

Önce, Violet'in yaşam öyküsüne bakalım ve bu felaketlerden nasıl zarar gördüğünü öğrenelim.

Violet, 2 Ekim 1887'de, ailesi Dublin'den Arjantin'e göç ettikten kısa süre sonra doğmuştu. On sekiz yaşına geldiğinde babası öldü ve annesi de tası tarağı toplayıp Avrupa'ya geri dönmeye karar verdi.

Violet, yirmi bir yaşına geldiğinde, hangi mesleği seçmek istediğine karar vermişti. Hostes olmak istiyordu. Hayır, bir uçak hostesi değil; büyük bir geminin kamarotu. Kamarot, zengin insanların kaprisleriyle uğraşan kamara hizmetçileri için uydurulmuş şık bir isimdi.

îlk yolculuğu, 28 Ekim 1908'de denize açılan Royal Mail'in Ormoco'sunda başladı. 28 Eylül 1910'da, White Star Hattı'na geçti ve Majestic adlı gemiye bindi.

White Star, sermayedar J.P. Morgan'ın büyük mali yardımı sonucunda, tüm zamanların en büyük gemilerini inşa etme projesine başlamıştı. Üç tane kardeş gemi yapılacaktı: Olympic, Titanic ve Gigantic.

En büyük gemiler için, en iyi ekibe ihtiyaç vardı. Şirketin hatlarında çalışan her gemiden en iyiler özenle seçildi. Violet Jessop seçilmiş olanlardan biriydi. Genç, çalışkan ve çekiciydi.

Denize açılan ilk gemi Olympic oldu. O zamana kadar îngi-liz bayrağını taşımış en büyük ve en iyi gemiydi. Violet Jessop da birinci sınıf bölümünde kamarot olarak görev yapıyordu.

Olympic'in ilk seferleri olaysız geçti. Ancak, beşinci yolculuk aynı ölçüde şanslı değildi. 20 Eylül 1911'de, Kaptan E.J. Smith'in (evet, battığında Tîtanic'i komuta eden aynı kaptan) yönetimi altındaki Olympic, küçük İngiliz kruvazörü HMS Hawke ile çarpıştı. Hawke, Olympic'in omurgasına doğru, su düzeyinin altında on iki metre uzunluğunda derin bir yarık açtı. Her iki gemi güçlükle limana ulaştı. Olympic'in acil tamiratı sebebiyle, Titanic'in tamamlanması yaklaşık bir ay gecikti.

Eee? Ne olmuş ki, diyebilirsiniz. Ama öykümüz daha bitmedi. Okumaya devam edin...

White Star'ın kıymetli bir çalışanı olan Violet, yeni denize açılan Titanic'e transfer edildi.

Bu gemide başına neler geleceğini hepimiz biliyoruz sanırım.

Evet, Titanic 15 Nisan 1912 tarihinde Kuzey Atlantik'in dibini boyladığında, Violet de bahtsız gemideydi. Titanic heybetli buzdağına çarpıp okyanusun dibine doğru inişine başladığında, odasında kitap okuyor ve uyukluyordu. Görevlilerden biri olduğu için, tüm yolcular tahliye edilene kadar cankurtaran sandallarından birine binmeyi düşünmüyordu. Birkaç kilometre ötede başka bir geminin (büyük ihtimalle, motoru ve telsizi kapalı duran Californian) ışıkları gözüküyordu ve herkes bu geminin gelip kendilerini kurtarmasını bekliyordu.

Görevliler, dil sorunu sebebiyle, göçmen kadınları sandallara bindirmekte zorlanıyorlardı. Bir görevli, diğer kadınlara örnek oluşturması için cankurtaran sandallarından birine binmesini istediğinde, Violet arka tarafta bekliyordu. Violet sandala bindi, kucağına bir bebek verildi ve diğerleri de onu izledi. Sandal suya indirildi. Violet, geride bıraktıkları insanların büyük ihtimalle öldüklerini ancak ertesi gün Atlantik'in ortasında beklerlerken anladı.

Violet'in cankurtaran sandalı, kurtarma çalışmalarına yardım etmek için Akdeniz güzergahından dönen Carpathia tarafından kurtarılan son sandaldı. Carpathia, kurtulanlar ve cesetlerle birlikte New York'a döndü. Violet kimseyle konuşmama kararı aldı ve ilk gemiyle İngiltere'ye dönmeyi bekledi.

Titanic'in batışının ardından, Olympic de altı ay sürecek düzenlemeler için limana geri çekildi. Bazı yapısal değişiklikler yapıldı ve cankurtaran sandallarının sayısı artırıldı. Geminin yeniden elden geçirilmesi tamamlandığında, Violet yeniden görev aldığı Olympic''te denize açıldı. Birinci Dünya Savaşı patlak verene dek gemide kaldı. Savaşta faydalı olmak istediğinden, hemşire olarak Gönüllü Yardım Müfrezesi'ne katıldı.

Bu sırada, büyük kardeş gemilerden üçüncüsü olan Gigantic için (Allah'tan sadece üç tane yapıldı) çalışmalar başlamıştı. Gigantic ismi çok fazla Titanic'i çağrıştırdığından, isim Brittanic olarak değiştirildi. Daha sonra, 13 Kasım 1915'te, Brittanic'e resmen el koyan İngiliz Deniz Kuvvetleri Komutanlığı gemiyi bir yüzer hastane olarak tamamladı. Gemi ilk yolculuğuna 23 Aralık 1915 tarihinde başladı.

21 Kasım 1916'da Napoli'den yola çıkan Brittanic, altıncı yolculuğuna Ege Denizi'nde başladı.

Ve bilin bakalım ne oldu? Violet Jessop da hemşire olarak gemide görevliydi. Yeni bir trajedinin yaklaşmakta olduğunu düşünüyorsanız, kesinlikle haklısınız.

Violet, yemek salonunda hasta bir kadına kahvaltısını hazırlarken, kulakları sağır eden, boğuk bir ses duydu ve geminin sarsıldığını hissetti. Gemi bir Alman mayınına çarpmıştı ve batmaya başladı.

Herkes cankurtaran sandallarına!

Kamarasına dönen Violet, en değerli eşyalarını önlüğünün ceplerine doldurdu. Sonra da dört numaralı cankurtaran sandalına bindi.

Geminin kaptanı, son bir çabayla daha sığ sulara ulaşmak için motorları yeniden çalıştırdı. Kaptanın farkında olmadığı şey, cankurtaran sandallarının o sırada indirilmekte olduğuydu. Motorlar çalışınca oluşan girdap sandalları Brittanic'in devasa pervanelerine doğru çekti. En usta kürekçi bile böylesine güçlü bir akıntıyla başa çıkamazdı.

İçinde bulunduğu sandalın suya inmesinden birkaç dakika sonra, Violet herkesin denize atlamakta olduğunu fark etti. Arkasını dönünce, devasa pervanelerin önlerine çıkan her şeyi parçaladıklarını gördü.

Violet'in de atlamaktan başka şansı yoktu. Ancak, ne yazık ki, yüzme bilmiyordu. Ayrıca, paltosunu cankurtaran yeleğinin altına giymek gibi bir hata yapmıştı. Bu yüzden, suyla dolduğunda paltosunu çıkarmayı başaramadı.
Suya daldı. (Violet'ten bahsediyorum.)

Ancak batmayan vücudu yavaşça yüzeye çıktı.

Küüüt!

Violet'in kafası sert bir şeye, muhtemelen sandalın kıçına çarpmıştı. Sonra ikinci kez çarptı ve üçüncü kez.

Violet kurtulabilecek miydi? Hiç şüpheniz olmasın. Burada batmayan Violet Jessop'tan bahsettiğimizi unutmayın!

Violet'in burnu, dalgalı suyun ancak üstüne çıkabiliyordu. Gözlerini açtığında, yanında yüzen bir başka cankurtaran yeleğini fark etti. Suyun üzerinde kalabilmek için buna tutundu. Bundan sonra gördüğü ilk şey, yarılmış ve beyni dışarı taşmış bir kafatasıydı. Vücut parçaları ve geminin kalıntıları etrafında yüzüyordu. Tüyler ürpertici bir görüntü.

Biraz ötede, Brittanic'in suyun dibine batışını görebiliyordu. Daha bir yaşında bile olmayan gemi, elli beş dakikada batmıştı. 1976 yılında Jacques Cousteau tarafından bulunana kadar gemiyi bir daha gören olmadı.

Kısa bir süre sonra, Brittanic'in deniz motorlarından biri Violet'i kurtarmaya geldi. Hasar mı? Violet'in bacağında derin bir yarık vardı. Yıllar sonra bir diş röntgeni çektirdiğinde, kafatasının ciddi bir şekilde kırıldığı anlaşılacaktı ama o an bunu gösteren hiçbir işaret yoktu.

Başkaları onun kadar şanslı değildi. Sadece yirmi sekiz kişi ölmüş olmasına rağmen, birçok kişi ciddi yaralar almış hatta kimileri kollarını, bacaklarını kaybetmişti. Neyse ki, Brittanic'te o sırada hiç yaralı hasta yoktu. Aksi takdirde ölüm oranı Titanic'e eşdeğer olabilirdi.

Herhalde Violet elinde diş fırçasıyla kurtarılan tek Brittanic yolcusuydu. Gemi batmaya başladığında kamarasına gidip diş fırçasını alması gerektiğini, dört yıl önceki Titanic kazasından öğrenmişti.

Savaştan sonra, kamarot olarak çalışmaya devam etti. 1950 yılında, denizlerde geçirdiği kırk iki yılın ardından emekli oldu. 1971 Mayıs'ında vefat etti. Ölümünden sonra, 1934 yılma ait el yazmaları yeğenleri tarafından bulundu. 1997 yılında Titanic Kazazedesi adı altında yayınlandılar. Bu el yazmaları olmasaydı, öyküsünün bütünüyle gün ışığına çıkması mümkün olmayacaktı.

işte hepsi bu. Violet Jessop sadece zamanının en büyük gemilerinde görev yapma ayrıcalığına kavuşmamıştı; aynı zamanda üç bahtsız kardeş gemiden de kurtulmuş tek kadın olma şerefine ulaşmıştı.

Violet Jessop çok şanslı bir bayandı. Ama bu gemilerin diğer yolcuları için de bir lanetti. Benimle aynı gemide olduğunu bilsem herhalde rahat uyuyamazdım.

YARASA BOMBALARI

BİR BAŞKA ÇOK GİZLİ SİLAH


Amerika Birleşik Devletleri'nin, Japon şehirleri Hiroshima ve Nagasaki'ye atom bombası atmasının ardından İkinci Dünya Savaşı'nın kısa bir sürede sona erdiğini biliyorsunuzdur. Geçenlerde, Amerika'nın o dönemde üzerinde çalıştığı alternatif bir silahtan haberdar oldum. Bu silah, nükleer silahların sebep olduğu can kaybına da yol açmadan Japonların boyun eğmesini sağlayabilecekti.Yarasalardan bahsediyorum. Canlı, nefes alan, memeli yarasalardan.

Sizi göremesem de kafanızın karıştığından eminim.

Savaşı kazanmak için yarasaları kullanma fikri, Lytle S. Adams adlı Pennsylvanialı bir diş doktorunun parlak buluşuydu. Anlayacağınız, Doktor Adams boş zamanlarını bir tür mucit olarak değerlendirirdi. En başarılı icadının savaşı kazanmakla hiçbir ilgisi yoktu. 1930'larda tasarladığı hava posta sistemi, uçakların postayı teslim almak için yere inmesini gereksiz kılmıştı. Ortağı Richard du Pont ile birlikte kurdukları Tri-State Havacılık şirketi, Federal Express'in 1930'lardaki karşılığıydı. Yıllar içinde, Tri-State Havacılık birçok isim değişikliği geçirdi. Sonunda da ismini muhtemelen duymuş olduğunuz dev bir kuruluşa dönüştü: US Airways.

Bir alçaklık olarak tarihe geçmiş olan 7 Aralık 1941 tarihinde, New Mexico'daki Carlsbad Mağaraları'nı ziyaretten dönen Adams, Japonların Pearl Harbor'ı bombaladığını arabasında öğrendi. Doktorun beynindeki sinirler derhal ateşlendi. Tutukluk yaptı demek daha doğru olur aslında. Aklına, Carlsbad Mağaraları'ndaki milyonlarca yarasa gelen doktor, savaşı bu şekilde kazanabilecekleri sonucuna vardı.

Bütün bunlar kulağa ne kadar saçma gelse de, Doktor Adams'ın kafasında her şey yerine oturmuştu. Önerdiği şey, esas olarak, bir milyonun üzerinde yarasanın üzerlerinde yangın bombalarıyla şafak vakti bir uçaktan Japonya üzerine bırakılmasıydı. Uçuştan Önce sakinleştirilen yarasalar, yarı kış uykusu haline sokulacaktı.

Uçak hedefin üstüne geldiğinde yarasalar bırakılacak ve düşerken kendilerine gelen yarasalar her tarafa uçmaya başlayacaklardı. Gece yaratıkları oldukları için, kolayca yanabilen Japon binalarında buldukları her deliğe gireceklerdi. Yaklaşık on beş dakika sonra, zaman ayarlı bombalar şehrin dört bir yanında binlerce yangın başlatacaktı. Hiçbir şehir böyle bir felakete karşı hazırlıklı olamayacağı için, 'yarasa bombardımanına' maruz kalan her şehir alevlere teslim olacaktı.

Peki, aklınıza böyle çılgınca bir plan gelse ne yapardınız? Herhalde pek bir şey değil. Ancak, Adams'ın tanıdıkları vardı. Aynı zamanda havayoluyla posta sisteminin sahibiydi ve o sıralarda ABD'nin First Lady'si Eleanor Roosevelt'e birçok seyahatinde eşlik etmişti. Bu da Doktor Adams'ı, Başkan'a yaklaştırıyordu. FDR (Franklin Delano Roosevelt) koordinasyon danışmanına yazdığı bir notta "Bu adam deli değil" demişti. "Kulağa ne kadar olanaksız gelse de önerisini düşünmeye değer." FDR'nin desteğiyle -buna destek demek doğru olursa- yarasa bombası projesi, Ulusal Savunma Araştırmaları Komitesi ve Hava Kuvvetleri'ne gönderildi.

Bomba taşımaya uygun birçok tür yarasa vardı ama sayılan bu projeyi yürütmek için yeterli değildi. Tercih edilen yarasa türü, New Mexico ve Texas'taki mağaralarda sıkça rastlanan, kuyruksuz Meksika yarasasıydı. Başlangıç testleri, bu yarasaların en fazla on gram ağırlık taşıyabildiklerini göstermişti. Testlerin daha ileri aşamalarında, on beş ile on sekiz gram arasındaki ağırlıkları da
kaldırmayı başardıkları anlaşıldı. Bu düşük yük kapasitesi, minyatürleştirme öncesi bir dönem için büyük bir sorundu. ABD ordusunun elindeki en ufak yangın bombası yaklaşık bir kilogram ağırlığındaydı! Bu bombayı bir yarasa sürüsü bile taşıyamazdı! Ayrıca, yarasaların uçakla çıkartılacakları yüksek irtifada yaşayıp yaşamayacakları da bilinmiyordu. Çok sayıda test yapılması gerektiği ortadaydı.

Bir sonraki yıl, tüm yarasaları incelemek üzere bir ekip oluşturuldu. Oldukça ilerleme kaydettiler ama ordudaki birçok yetkilinin anlam veremediği bu proje birkaç kez rafa kaldırılma tehlikesi atlattı. 'Adams Planı'nın sürebilmesi için doktorun sık sık Washington'a ziyaret yapması gerekiyordu. Doktor, bu seyahatlerden birinde, milyonlarca dolar değerindeki bir başka çok-gizli projenin kendi projesini gölgede bıraktığını öğrendi. Görüşmelerden sonra evine döndüğünde, bugüne dek duyduğum en unutulmaz açıklamalardan birini yaptı: "Evet! Biz burada savaşı kazandırması garanti olan yarasa bombaları üzerinde çalışıyoruz, onlarsa küçük atomlarıyla oynuyorlar. Ağlamak istiyorum."

Hükümet, atom bombası projesine çok fazla para harcadığı için, Doktor Adams'a fazla destek olamıyordu. Doktor masrafların büyük kısmını kendi cebinden karşılıyordu. (Maliye vergiler için peşine takıldığında, bu durum başını çok ağrıtacaktı. Devletin kendisine hiç geri ödemediği borcu kapatmak için evini satmak zorunda kalacaktı.)

Doktor, proje için önerdiği yarasa taşıyan kovanın bir örneğini hazırladı. Bir konvansiyonel hava bombasına benziyordu ama içinde, yarasaları tutmak için tasarlanmış, yumurta kabına benzeyen yirmi altı tane bölmeden oluşan bir istif vardı. Toplamda, her yarasa bombası, 1040 tane yarasayı ve bir paraşütü uygun koşullarda taşıyabiliyordu. Metal plakadan kaplamalar, ünlü kadife sesli şarkıcı Bing Crosby ve pek ünlü biri olduğunu söyleyemeyeceğim erkek kardeşi Larry'nin sahibi olduğu Crosby Şirketi tarafından yapılmıştı.

Adams Planı'nda görevlendirilmiş baş kimyager Louis Feiser, minyatür bir bomba hazırlamaktan sorumluydu. 'Napalm' adını verdiği yeni bir yanıcı maddeyi kullanmayı tercih etmişti. (Bugün duyulmamış bir isim olmadığı muhakkak!) Bunu, yanabilir bir selüloit kabın içine yerleştirmişti. Böylece, toplam ağırlığı 17.5 grama indirmişti.

3 Mayıs 1943'te, California'daki Muroc Gölü'nde (artık bir Uzay Mekiği iniş alanı olarak kullanılıyor) yapılan ilk testler başarıya ulaşmadı, çünkü parçaların neredeyse hiçbiri hazır değildi. İkinci posta testler, 15 Mayıs 1943'te, New Mexico'da yeni inşa edilmiş Carlsbad Hava Kuvvetleri Merkezi'nde gerçekleştirildi. Üzerlerine sahte bombalar bağlanmış olan yarasalar uçaklardan
atıldılar, paraşütleri açıldı ve kendilerine bir sığmak arayan yarasalar bulabildikleri her deliğe girdiler. Araştırmacılar, yarasaların üzerinde gerçek patlayıcılar olduğu takdirde binaların yanacağından emindi.

Feiser, testlerin fotoğraflarının çekiliyor olmasından faydalanmaya karar verdi. Altı tane sakinleştirilmiş yarasayı aldı ve üzerlerine gerçek bombalar yerleştirdi. Yarı kış uykusundaki yarasaların, bombalar patlayıp onları bin parçaya ayırana kadar hareketsiz duracaklarına inanmıştı. (Böyle bir zamanda hayvan haklarını umursamadıkları açık.) Ama yanıldı.

İşte hikayenin bundan sonrası gerçekten şahane.

Çöl sıcağı ile kendilerine gelen yarasalar her yönde uçuşmaya başladılar. Birkaç dakika içinde, kontrol kulesi alevler içinde kaldı. Barakalar cehennem yerine döndü. Yangın binadan binaya sıçrayarak bütün tesisi sardı. Projenin gizliliği nedeniyle, testler sürerken hiçbir itfaiyecinin merkeze sokulması söz konusu değildi, itfaiye araçları geldiğinde, görevliler onları içeri bırakmadı. Ellerinden gelen tek şey, tüm tesisin kül oluşunu ve kara duman bulutlarının gökyüzünü kaplayışını uzaktan izlemekti.
Bu, hiç şüphesiz, Adams Planı ekibi için büyük bir utançtı. Ancak, yine de yarasa bombalarının işe yaradığını göstermişti. Altı yarasa tüm bir hava kuvvetleri merkezini küle çevirmeye yetiyorsa, bir milyon yarasanın tamamen kağıt malzemeden inşa edilmiş bir Japon şehrine neler yapabileceğini düşünün.

Fakat ordu hala ikna olmuş sayılmazdı. Adams Planı'na verilen destek geri çekildi ve proje suya düşmüş kabul edildi.

Gerçekten öyle miydi?

Anlaşılan şans yarasa ekibinden yanaydı, en azından bir süre daha. Kaderin oyunu olarak, Louis DeHaven adında bir deniz subayı, Carlsbad testleri sırasında ortaya çıkan felaketi izlemişti. Ordu gözlemcilerinden farklı olarak, DeHaven'ın üstlerine raporu son derece olumluydu. Bu tavsiye, Adams'ın etkili halkla ilişkiler kampanyasıyla birleşince, bu projenin umut vaat ettiğine donanmayı ikna etti. Ekim 1943'te projenin başına geçen Deniz Kuvvetleri, Adams Planı ismini de değiştirdi. Yeni isim, Proje X-Ray'di. Doktorun sadece ismi değil kendisi de ortada yoktu. Donanma onu sepetledi.

Yeni yarasa bombası testleri, 15 Aralık 1943'te, Utah'daki Dugway Deneme Alanı'nda başladı. Yerel inşaat metot ve malzemeleri kullanılarak taklit Alman ve Japon köyleri inşa edildi. Bir dizi kontrollü deney ile (iki itfaiye aracı hazır bekliyordu!) yarasa bombaları sınandı. Donanmaya sunulan Ulusal Savunma Araştırmaları Komitesi raporunda şöyle diyordu: "X-Ray'in etkili bir plan olduğu sonucuna varılmıştır." Bir uçak dolusu yarasanın, yangın başlatmak konusunda, ABD cephanesinde bulunan tüm silahlardan daha etkili olabileceği görülmüştü.

Bu başarının ardından, Mayıs 1944'te geniş kapsamlı üretime geçilmesi emri verildi. Bir milyon adet yarasa bombası üretilmesi planlanıyordu. Tam Adams'ın çılgınca rüyası gerçeğe dönüşmek üzereyken, 1945 Mart'ında, donanma projeyi durdurdu. Yirmi yedi ay ve araştırmalara harcanan yaklaşık iki milyon dolardan sonra, yarasalar havalanamadılar. Yarasaların neden savaşa gitmediğini hala kimse kesin olarak bilmiyor.

Fikir Doktor Adams'ın aklına düştüğünden beri geçen yıllar boyunca, elektronik bilimi minyatürleştirildi ve plastik patlayıcılar keşfedildi. Belki de yarasa bombalarım yeniden ele almanın zamanı gelmiştir. Yarasaların bizim yerimize savaşmasını sağlayabilecekken, atom bombalarına ne gerek var?

24 Eylül 2010 Cuma

FU-GO

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI'NIN EN TUHAF SİLAHI

Buna inanmakta güçlük çekebilirsiniz ama ilk kıtalararası bombalama operasyonu Amerika Birleşik Devletleri'ne karşı düzenlenmiş ve başarıyla da uygulanmıştır. Şimdi hafıza kayıtlarımızda bir yolculuğa çıkalım. İkinci Dünya Savaşı hakkında tüm bildiklerinizi aklınıza getirin. Bu saldırılan bir yere koyabiliyor musunuz?

Acaba Japon kamikazeleri mi saldırmıştı? Hayır, onlar Amerikan gemilerine saldırdılar, topraklarına değil. Japonların, Kaitan isimli, benzer bir kamikaze denizaltı programı da vardı. Kakan ile ABD kıyı şeridine saldırmışlardı. Ama bu kıtalararası bir saldın olarak değerlendirilemez.

Almanlar olabilir mi? Hayır, onlar da Amerika'ya hiç dokunmamışlardı.

Bahsettiğimiz, Japon Fu-Go programı. (Belki bölüm başlığı gözünüzden kaçmıştır diye söylüyorum.) Fu-Go planı, bugüne dek gerçekleşmiş en gizemli ve benzersiz askeri bombalama saldırılarından biridir.

İkinci Dünya Savaşı sırasında, Amerika kıtasının ulaşamayacakları kadar uzakta olduğunu ve bu yüzden savaşın tahribatından etkilenmediğini kısa sürede fark eden Japonlar, Pasifik Okyanusu'nu aşıp ABD'yi bombalayacak kağıttan balonlar yaptılar.

İtiraf etmeliyim ki, bu hikayeyi ilk duyduğumda biraz kafam karışmıştı. Japonya ve balonlar bana hemen origamiyi çağrıştırıyordu. Bilirsiniz, şu ilkokulda yaptığımız • kağıttan küçük oyuncaklar. Birilerinin nasıl olup da ufacık bir kağıt balonun Pasifik'i geçerek Amerika'ya zarar vermesini beklediğini tasavvur edememiştim.

Amma da yanılmışım!

Kafamda canlandırdığım bu minik balonların çaplan yaklaşık on metreydi ve içleri de hidrojen gazıyla doluydu. Her balon için, Amerikan sumağına benzeyen, Kozo çalılığından yapılma çok ince bir tür kağıt kullanılıyor ve altı yüzün üzerinde kağıt parçası, Konnyakunori adlı -bir tür Japon patatesinden imal edilen-yapıştırıcı ile birleştiriliyordu. Balonları suya dayanıklı hale getirmek için, sıkı durun, mayalanmış yeşil persimmon (abanozgiller familyasından, yaprak dökmeyen ve dayanıklı bir tropik ağaç -ç.n.) suyu kullanılıyordu.

Bu balonların yapılması öyle kolay bir iş değildi. Denemeler yaklaşık iki yıl boyunca devam etti ve harekete geçilene kadar dokuz milyon yen de para harcandı. (Savaş öncesi dönemde bu rakam iki milyon Amerikan dolarına eşdeğerdi.) Her balonun maliyeti on bin yenin biraz altındaydı. Balonların imalatında binlerce Japon vatandaşı görev almıştı ama hiçbirine ne için çalıştıkları açıklanmadı. İşgücünün önemli kısmını, enerjilerini savaş çabalarına yönlendirebilmeleri için okuldan erken bırakılan çocuklar oluşturuyordu.

Balonlar, on ila on iki kilometre yüksekliğe çıkacak ve yukarda altmış beş ila yetmiş saat kadar kalabilecek şekilde tasarlanmıştı. Bu yükseklikte (dünyanın geri kalanının o dönemlerde bilmediği) jet akımı sayesinde, saatte 160-300 kilometre hızla ABD'ye ilerleyeceklerdi.

Doğrusu plan oldukça ustaca hazırlanmıştı. Her balon, beş veya altı adet yangın bombası ile bir konvansiyonel silah taşıyordu. Denge için, her balonda, sayılan otuzu bulan üç kiloluk kum torbaları vardı. Balon dokuz kilometre yüksekliğin altına her düştüğünde, bir kadranlı barometre tetiği tarafından kum torbaları birer birer bırakılıyordu. Kum torbaları bittiğinde balonun da ABD üzerine varmış olacağı ve gemideki bataryanın ateşleyeceği fünyelerle bombaların bırakılacağı hesaplanmıştı. Son olarak, bir imha sistemi ile balonun varlığına dair her türlü kanıt yok edilecekti. En azından, teoride işlerin bu şekilde yürümesi gerekiyordu. Gerçekler ise tamamen farklıydı.

İlk balonlar, 1944 Haziran'ında havalandılar ve bir tanesi bile Pasifik'i geçemedi. Tüm balonlara yerleştirilmiş radyo vericileri sayesinde yetkililer güzergahı takip edebiliyorlardı.

Japonlar mecburen taslakların başına bir kez daha oturdular. Yeni bir tasarım, 1944 Ekim'inde tamamlanmıştı. On beş bin balon hazırlanması planlandıysa da, sonuçta sadece on bin adet balon imal edildi ve bunların ancak dokuz bin üç yüz tanesi yola çıkabildi.


Yeni balonlar 3 Kasım 1944 tarihinde yola çıktılar, îki gün sonra, yani 4 Kasım'da, California sahilinin yüz kilometre kadar açığında düşen ilk balonun haberi geldi. (Hayır, matematiğim zayıf değil; Uluslararası Zaman Çizelgesi'ne göre, iki günlük bir saat farkı söz konusu.) Bu balon sadece radyo teçhizatı taşıdığı ve yolundan çıkmış bir meteoroloji balonu zannedildiği için dikkat çekmedi.

Sonraki ay boyunca, çeşitli balon parçalan farklı mekanlarda tespit edildikçe, araştırmacılar silahı çözmeye başladılar. ABD hükümeti, bu balonların pek bir tehlike teşkil etmediklerini saptamıştı. Çünkü ciddi tahribata yol açabilecek ölçüde patlayıcı taşıyamıyorlardı. Hükümeti asıl endişelendiren, bu balonların veba ya da şarbon gibi biyolojik virüslerle yüklenip kıtanın önemli kısmına etki etmeleriydi. Ayrıca, halkın bu silahtan haberdar olunca vereceği tepki de kaygı uyandırıyordu. Panik, bombaların sebep olabileceği her türlü tehlikeden daha büyük olabilirdi.

1944 yılı Aralık ayının son günlerinde, Thermopolis'te (Wyoming) tespit edilen bir balon basında yer aldı. Bu hikayeyi gizli tutmaları gerektiğini anlayan ABD hükümeti, gazete yöneticilerinden ve radyo yayıncılarından, Japon balonları hakkında haber yapmamalarını istedi. Balonların az da olsa basan sağladığı haberi yayıldığı takdirde, Japonlar daha fazlasını gönderebilirdi. Medya, şaşırtıcı bir şekilde işbirliği yaptı ve Japonlar, savaş sona erene kadar, balonlardan bir tekinin bile bu ülkeye ulaştığım öğrenemediler. (Amerikan vatandaştan da öyle bu balonlar, UFO gördüğünü söyleyenlerin sayısında yaşanan artıştan da sorumluydu.)

Balonlardan toplanan kum örnekleri, inceleme için Amerikan Jeoloji Araştırmaları'na gönderildi. Balonların denizden havalandığı varsayılıyordu. Ancak, birkaç ay sonra tamamlanan raporda, öncelikle taşlaşmış kanıtlara dayanarak, Japonya'da balonların havalandığı iki bölge tespit edildi. Yoğun bombardımanla, Japonya'nın balonları imal etme ve havalandırma imkanları büyük ölçüde yok edildi. Japon komuta zinciri de balonların ABD'ye ulaşamadığını düşündüğü için, bu tesislerin onarımıyla uğraşılmadı ve proje, 1945 yılı Nisan ayında durduruldu.

Peki, bu bombalar ne kadar hasara sebep olmuşlardı?

Doğrusu, pek az. Japonlar, Amerika'nın Batı kıyısının geniş ormanlarla kaplı olduğunu zannediyorlardı. Orman yangınları başlattıkları takdirde, halkın paniğe kapılmasını sağlayabileceklerini sanmışlardı. Ancak, Japonlar büyük bir hata yapmışlardı; balonların hemen hepsi kış mevsiminde gönderilmişti ve yağmur yağarken hiçbir şey öyle kolayca yanmazdı.

Ne yazık ki, 5 Mayıs 1945 tarihinde (yani, projeden vazgeçilmesinin ardından) Fu-Go bombalan altı kişinin ölümüne yol açtı. Bir rahip ile karısı, bir grup çocuğu Oregon'daki Bly yakınında bulunan Gearhart Dağı'na pikniğe götürmeye karar vermişlerdi. Peder Archie Mitchell arabayı park ettiği sırada, çocuklardan biri metal bir nesneye takıldı.

Çocuklar bu nesneyi hareket ettirmeye çalışınca bir patlama meydana geldi. Elsie Mitchell ile yaşları 11 ile 13 arasında değişen beş çocuk orada öldüler, ikinci Dünya Savaşı boyunca, ABD'nin kendi toprağında bilinen tek saldırı sonucu ölüm vakaları bunlar oldu. 1950 yılında bölgeye bir anıt dikildi. Bronz plaketin üzerinde "5 Mayıs 1945 tarihinde, Japon bombası sebebiyle ölenlerin anısına adanmıştır. İkinci Dünya Savaşı boyunca, Amerika kıtasında bir düşman saldırısı sonucu can kaybı meydana gelen tek nokta burasıdır" yazıyordu.

Bu hikayenin finalinde yaşanan beklenmedik bir gelişme, bir başka balonun, Doğu Washington bölgesindeki Hanford Mühendislik'in elektriğini kısa bir süre için kesmiş olmasıdır. Burası, ilerde Japonya'ya atılacak atom bombalan için uranyum üreten bir atom enerjisi santraliydi. Jeneratörler devreye girdi ama üretimde üç günlük bir aksama oldu ve bu da Manhattan Projesi'nde ufak bir gecikmeye yol açtı. Soğutma sistemi tamamen devre dışı kalsaydı nasıl bir nükleer felaket yaşanırdı, düşünün. Çernobil'i hatırlıyor musunuz?

Kuzey Amerika'ya yaklaşık bin Fu-Go balonunun ulaştığı tahmin ediliyor. Bunlardan sadece 285'i tespit edildi. Kuzeyde Alaska, güneyde ise Meksika'ya kadar bu balonlara rastlandı. Balonların çoğu Pasifik sahiline yakın noktalarda görüldüyse de, iki tanesi Michigan'a kadar ulaştılar.

Fu-Go projesinin başarılı olmadığı ortada. Balon saldırısını hazırlamak için Japonların harcadığı çaba, verilen zarardan çok daha büyüktü. Yine de, eğer balonlar California'ya sıcak ve kuru yaz mevsimi sırasında gönderilselerdi, büyük bir tahribata yol açmaları muhtemeldi. Daha da kötüsü, bu balonlara biyolojik veya kimyasal silahlar da yerleştirilmiş olabilirdi. Buna cesaret edememişlerdi, çünkü Amerika'nın da aynı şekilde yanıt vermesinden korkuyorlardı.

Belki de, tek bir savaş uçağı inşa etmek için milyarlarca dolar harcamaktan vazgeçmeli ve daha ucuz seçenekler aramalıyız. Bir düşünün: Nükleer silahlarımız yerine milyarlarca gaz dolu balon yapabiliriz! Fazla bir şey yapmaları da gerekmez; sayıları bile yeterli tehdidi oluşturur.

23 Eylül 2010 Perşembe

ÜNİVERSİTE İÇİN BİRKAÇ KURUŞ

BİRKAÇ SENTE ÜNİVERSİTE EĞİTİMİ

Üniversite eğitiminin çok pahalı bir yatırım olduğu sır değil. Aileler ve öğrenciler, yıllar boyunca o kahrolası öğrenci kredilerini geri ödemekle uğraşmayı göze alıyorlar,

Ama durun! Daha iyi bir yol var.

Kafanızı kullanın. Önce sorun (para yokluğu) ve olası bir çözüm (üzgünüm, Bili Gates tarafından evlat edinilmek geçerli bir çözüm yolu değil) üzerine odaklanın.

Mike Hayes adında biri, parasızlık sorunu üzerine odaklandı ve bunu çözmek için inanılmaz bir yöntem buldu.

1987 yılına geri dönelim. Mike, Illinois Üniversitesi kimya bölümünde birinci sınıf öğrencisiydi. Diğer öğrenciler gibi o da eğitim giderlerini nasıl karşılayacağını düşünüp duruyordu -dört yıl için 28 bin dolar gibi bir rakama ulaşacağını tahmin ediyordu bu masrafların.

Ve beyninde bir şimşek çaktı.

Chicago Tribüne' de köşe yazarı olan Bob Greene'e mektup yazarak yardım istedi. Talebi çok basitti: Bob, milyonlarca okurundan, Mike'in üniversite eğitimine katkıda bulunmaları için birer sent isteyecekti.

Biliyorum, kulağa çok saçma geliyor.

Ama sonuçta, bir sent nedir ki? Etrafınıza şöyle bir bakarsanız muhakkak unutulmuş bir sente rastlarsınız. Belki koltuğun minderleri arasında. Belki yatağın altında. Belki ceketinizin cebinde. Çoğu insan, kaldırıma düşmüş bir senti eğilip almaya tenezzül etmez bile.

Bob Greene, Mike'ın çılgın planına iştirak etmeye karar verdi ve duyuruyu 6 Eylül 1987 tarihli gazetede yayımladı. Tabii bir sent istemek kolay ama insanların o bir senti göndermelerini sağlamak bambaşka bir şey. Ne de olsa toplumumuz koca bir tembeller ordusu. Eminim ki birçok kişi makaleyi okuduktan sonra gülüp geçmiştir.

Başka bir ayrıntı daha söz konusu. Bir senti postayla göndermek de bedava değil. O zamanlar, birinci sınıf bir zarfla posta ücreti 22 sentti. Bir başka deyişle, bir sentlik bağışınız size neredeyse bir çeyrekliğe mal olacaktı. Bu planın işe yaraması elbette mümkün değildi. Mike'ın ihtiyacı olan miktar aşırı büyüktü. Bir düşünün: 28 bin dolar, 2.8 milyon sente tekabül ediyordu. Bu
haddinden fazla bozukluk demekti.

Makalenin ardından, mektuplar yağmaya başladı. Hepsi de Mike'ın Illinois'deki evine 'Mike İçin Bolca Sent' başlığıyla geliyordu. Bir kısmı şikayet mektuplarıydı, insanlar, Mike'ın böyle bir parayı talep etme hakkı bulunmadığını düşünüyorlardı. Orta sınıf mensubu, ortalama bir beyaz erkekti; ona gelene kadar bu paraya ihtiyacı olan nice insan vardı.

Ama sonuçta, kimse kimseyi Mike'a para bağışlamak konusunda zorlamıyordu.

Bir ayın sonunda, Bob Greene yeni bir makale yazdı. O ana kadar, 'Mike için Bolca Sent' fonuna yaklaşık yetmiş bin bağış yapılmıştı. Bağışların miktarı bir sent ile yüz dolarlık çekler arasında değişiyordu. Zarf başına ortalama otuz dört sent ediyordu.
Bir başka deyişle, Mike yaklaşık 23 bin dolar biriktirmişti. Amacına ulaşmasına sadece 5.000 dolar kalmıştı. Zarfların yüzde 95'inden, parayla birlikte bir de mektup çıkmıştı. Birinde şöyle yazıyordu: "Yetmiş altı yaşındayım, işte sana bir sent. Ama bunu uyuşturucu almak için kullanacak olursan, umarım üstüne bir yıldırım düşer de ölürsün." Debra Sue Maffett'ın (1983 Amerika Güzeli) gönderdiği mektubun üzerinde ise "Sevgilerimle" yazıyordu ve içinde yirmi beş öpücüğe çevrilebilecek bir çek vardı.

Mike sonunda 28 bin dolarını ve gıda bilimi diplomasını aldı. Fazladan ne kadar para gönderilmiş olduğunu kimse bilmiyor ama Mike bunlarla bir eğitim bursu fonu kurmayı kabul etti.

Bu planla ilgili vergi dairesinin ne düşündüğünü merak etmekten kendimi alıkoyamıyorum. Eminim, gelecekte böyle bir durum yaşanırsa bütün parayı devletin almasını sağlayacak yasal düzenlemeleri yapmışlardır.

İMPARATOR I. NORTON

ABD'NİN İLK VE TEK İMPARATORU

Evet, başlığı doğru okudunuz. Bir ara Amerika Birleşik Devletleri'nin bir imparatoru vardı. Hükümdarlığı süresince, ilk ve tek imparator I. Norton olarak anıldı. Politik liderleri halkın seçtiği bir ülkede böyle bir şeyin gerçekleşmiş olması insanın kafasını karıştırsa da, bu hikaye bütünüyle gerçek. Daha fazlasını öğrenmek için okumaya devam edin.

Birçok kral, kraliçe, prens ve prensesten farklı olarak, İmparator Norton bir kraliyet ailesinin ferdi olarak doğmuş değildi. O da bizler gibi sıradan biriydi. Doğum kayıtları bulunamamış olsa da, Joshua Abraham Norton, 1818 yılında Londra'da yaşayan bir Musevi ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Norton iki yaşına geldiğinde, pılı pırtıyı toplayıp ailecek Güney Afrika'da-ki Ümit Burnu'na taşındılar.

Norton'ın yolu 1849 yılında bir şekilde San Francisco'ya düştü. California'da Altına Hücum yıllarıydı ve Norton da madencilere araç gereç satarak kendi payını almaya kararlıydı. 1853 yılına gelindiğinde servetinin, ticaret ve arazi anlaşmaları sonucunda, çeyrek milyon dolara ulaştığı tahmin ediliyor. Bugünün standartlarıyla bile zengin bir adamdı.

Bütün bu süreçte, Çin'de büyük bir kıtlık baş göstermiş ve ülkedeki pirinç ihracatı durdurulmuştu. San Fransisco'da pirincin kilo fiyatı sekiz sentten yetmiş iki sente yükselmişti. Bu sırada Norton hayatını değiştirecek kelimeleri duydu: Yüz bin kilo pirinç taşıyan bir gemi Peru'dan Amerika'ya gelmekteydi. Ne yapması gerektiğini biliyordu; bütün pirinci alacak ve piyasayı kontrol edecekti. Pirincin fiyatı tavana vuracak ve Norton da büyük kar kaldıracaktı.

Fakat, 22 Aralık 1852'de şansını deneyen Norton, kaybetti. İlerleyen haftalarda, Peru pirinciyle dolu gemiler arka arkaya ülkeye gelmeye devam etti ve pirincin fiyatı aniden düştü. Borca batan Norton 1858 yılında iflasını açıkladı. Evet, Joshua A. Norton meteliksizdi.

İflasını takip eden aylarda, Norton ortalıktan kayboldu. Ancak her şey 17 Eylül 1859 tarihinde değişecekti. ABD, ilk imparatorunu tahta çıkarmak üzereydi.

Joshua A. Norton, San Francisco'daki Evening Bulletin gazetesine, elinde şu bildiriyle geldi:

ABD vatandaşlarının büyük kısmının ısrarlı talepleri sonucunda, geçmişte Ümit Burnu Algoa Körfezi'nde yaşamış, son dokuz yıl on aydır da California eyaletinin San Francisco kentinde yaşayan, ben, Joshua Norton, kendimi ABD imparatoru ilan ediyor ve şahsıma verilmiş yetki uyarınca, tüm eyalet yetkililerinin, ülkemizin mücadele ettiği kötülüklerin düzeltilmesi ve gerek içerde gerek dışarıda istikrar ve bütünlüğümüze güven duyulmasını sağlamak amacıyla mevcut kanunlarda yapılacak değişiklikleri belirlemek için, önümüzdeki şubat ayının birinci gününde bu şehrin Müzik Salonu'nda bir araya gelmelerini emrediyorum.

I, Norton ABD imparatoru

Norton'ın iddiaları, gazetenin editörü Deacon Fitch'i çok eğlendirdiği için gazetede yayımlandı ve insanların ilgisini hemen çekti. Kimse onun ABD'nin imparatoru olduğuna inanmıyordu ama oyuna iştirak etmekte sakınca görmediler.

Üniforması, eski bir asker montu ile postallardan oluşuyordu. Buna tüylü bir şapka, kılıç ve çeşitli imparatorluk apoletlerini ekleyince, alın size gerçek bir imparator,

İmp (yakınları, tabii ki kendimden bahsediyorum, ona böyle hitap ederdi) San Francisco sokaklarında gururla yürüdü. Bu gezintileri sırasında, dünyayı dertlerinden kurtarmaya karar verdi. Sürekli emirler veriyordu. Örneğin, ülke îç Savaş'ın eşiğine geldiği için, Kuzey eyaletlerinin federatif birliğini lağvetti. Halk vergilerin yüksekliğinden şikayet ederse, vergilerin düşürülmesini emrediyordu. (Bugün yaşamış olmasını istemez miydiniz?)

Gazeteler onun bildirilerini yayınlamak için birbirleriyle yanşıyordu. Bunun için de geçerli bir sebepleri vardı: Bu bildiriler sayesinde daha çok gazete satıyorlardı. Tirajlarını artırmak istediklerinde, yeni Norton bildirileri uydurmaları yetiyordu.

İş dünyası da İmp'ın varlığından faydalanmayı bildi. Daha çok giysi satmak isteyen, mağazasının camına (gerçek olsa da olmasa da) imparator Norton'ı giydirdiğini yazıyordu. Restoranına daha çok müşteri çekmek isteyenler, imparatorun da orada yemek yediğini söylüyordu. Durumu anlamışsınızdır. Bütün bunlar, Amerika'nın doğu kıyısında kullanılan uydurma 'George Washington Burada Uyudu' ibarelerini hatırlatıyor.


İmparator hakkında söylenenler kısa sürede kulaktan kulağa yayıldı. Şehri ziyaret edenler İmp'ın biblolarını, kartpostallarını ve diğer hediyelik eşyalarını alıyorlardı. Evet, kendisi şehrin ilk turist tuzağına dönüşmüştü.

Birçok hükümdardan farklı olarak, imparator Norton halkıyla yakın temas kurmak için elinden geleni yapıyordu. Tüm tören ve toplantılara katıldı. Eyalet meclisinde kendisine ayrılmış geniş, kumaş kaplı bir koltuk vardı. Hiçbir zaman özel şoförlü at arabaları olmadı. Bunun yerine yürür veya bisikletine binerdi. Polis memurlarının görevlerini yaptıklarından emin olmak için sokakları teftişe çıkardı, îyi şeyler yapan insanlar gördüğünde, onlara unvanlar verirdi. Sıradan halka bahşettiği unvanlara çocukların ilgisi büyüktü. Onun peşinden dolaşıp çöpleri toplar, iyilikler yapar ve bir günlüğüne de olsa kral veya kraliçe unvanını almayı umarlardı. Bazıları, 'bir günlük kral' deyişinin buradan kaynaklandığını düşünür.

imparator Norton, birçok hükümdarınki gibi bir servete sahip değildi. Ancak, masrafları da pek azdı. Hiçbir restoran kendisinden para almıyordu. Her tiyatro gösterisinin açılış gecesinde, İmparator ve iki köpeği Lazarus ile Bummer için üç koltuk ayırtılmış oluyordu. Bir zamanlar üyesi olduğu Mason Locası, küçük dairesinin kirasını ödüyordu. Üniformasının maliyetini şehir üstlenmiş gibiydi.

Para için, Norton kendi imparatorluk hisse senetlerini piyasaya sürdü. Bunların fiyatları elli sent ile iki dolar arasında değişiyordu. Bu evrakları, Cuddy & Hughes matbaacılık şirketi basıyordu. Her senet hamiline, itibar ve vadesi geldiğinde yüzde 7 oranında kar getiriyordu, yani 1880 yılında. Senetlerin gerçek bir değeri olmadığına göre, yapılabilecek en iyi şey onları 1900 yılında ödemesi yapılacak yeni bir senete çevirmekti. Bugün oldukça zor bulunan bu senetler, son derece kıymetlidirler.

En iyi imparatorlar bile sonsuza dek yaşayamazlar. İmparator Norton, 8 Ocak 1880 tarihinde öldü. New York Times'ta, "California ve DuPont caddelerinin köşesinde yere yığılıp öldüğü" yazdı. Bir bilim konferansına gitmekteydi.

İmparator Norton'in cenazesine otuz bin kişinin katıldığı yazıldı. Kalabalığı kontrol etmek üzere polise ihtiyaç duyuldu. Şehrin mason mezarlığına gömüldü.

1934 yılında, Colma'daki Woodlawn mezarlığına nakledilmesi gerekti. Ölümünden elli dört yıl sonra, hala San Francisco halkı tarafından hatırlanıyordu. Şehirdeki tüm bayraklar yarıya indirildi ve işyerleri onun şerefine kapılarını kapattılar. Düzenlenen törene yaklaşık altmış bin kişi katıldı ve askeri tören de gerçekleştirildi. Yeni granit mezar taşının üzerinde "/. Norton, ABD İmparatoru, Meksika'nın Hamisi, Joshua A. Norton, 1819-1880" yazıyordu.

Norton'ın akıl sağlığı çok kişi tarafından tartışıldı. Gerçekten imparator olduğuna inanıyor muydu? Yoksa herkesi kandırıp, buna inanmalarını mı sağlamıştı? Aklı başında olsun veya olmasın, modern politikacıların iyi etüt etmesi gereken bir örnek teşkil ettiği kesin.

imparator Norton'ın ölümüyle ABD'de krallığın sona erdiğini sanmayın. Arkadaşım Kelly de kendisinin Prenses Kelly olduğunu ilan etti. Lütfen ondan bu unvanla bahsedin ve tüm paranız ile mücevherlerinizi ona göndermekten çekinmeyin.

GEORGE WASHINGTON

O ASLINDA ABD'NİN DOKUZUNCU BAŞKANIYDI!

Hemen yanıt verin: ABD'nin ilk başkanı kimdi? Eminim birçoğunuzun aklına George Washington 'un ismi geliyordur. Ne de olsa, akla başka isim gelmiyor. Ama derslerde okuduğunuz tarih kitaplarını bir gözünüzün önüne getirin. ABD, bağımsızlığını 1776 yılında ilan etti. Washington ise 30 Nisan 1789 tarihine kadar başa geçmedi.

Peki ilk yıllarında bu genç ülkeyi kim yönetiyordu? Tabii ki, ilk sekiz Amerikan başkanı. ABD'nin ilk başkanının ismi John Hanson'dı.

"John kim?" dediğinizi duyar gibiyim.

John Hanson, yani Amerika Birleşik Devletleri'nin ilk başkanı. Adamcağızın ismini ansiklopedilerde aramayın boşuna. Belki çok kısaca değinilen bir iki satır bulabilirsiniz ama o da çok şanslıysanız. Bu adamın yaşamı hakkında çok az şey yazıldı. Hanson, ismi tarihin sayfalan arasında kaybolmuş o büyük adamlardan biriydi.

Yeni ülkenin gerçek kuruluş tarihi, Konfederasyon Hükümleri'nin kabul edildiği l Mart 1781 tarihiydi. Bu belge Kongre'ye ilk kez 11 Haziran 1776 tarihinde önerilmişse de, 15 Kasım 1 777 'ye dek üzerinde mutabakata varılamadı. Maryland eyaleti imzalamaya yanaşmıyordu, çünkü öncelikle Virginia ve New York'un, batı topraklarından çekilmesini istiyorlardı. (Maryland, geniş topraklara sahip bu eyaletlerin yeni hükümette fazla güç sahibi olmalarından çekiniyordu.)

1781 yılında hükümler imzalanınca, ülkeyi yönetmek için bir başkana ihtiyaç duyuldu. George Washington'un da üyesi olduğu Kongre'de oy birliğiyle John Hanson seçildi. Zaten diğer olası adaylar ona karşı yarışmayı istememişlerdi, çünkü Hanson devrimin en önemli ve Kongre'nin son derece güçlü isimlerinden biriydi. George Washington, Hanson'a yazdığı bir mektupta, "Birleşik Devletler'in en önemli mevkiine atanmış olma başarınızdan dolayı sizi tebrik ederim" demişti. ilk başkan olarak Hanson'ın işi oldukça zordu. Daha önce kimse başkanlık yapmamış olduğundan, yetkileri tam olarak belirlenmemişti. Dolayısıyla yapacakları, daha sonraki başkanlar için yol gösterici olacaktı.

Yönetime geçmesi ile Bağımsızlık Savaşı'nın sona ermesi neredeyse eş zamanlı olmuştu. Dolayısıyla, askerler para talep ediyordu. Bekleneceği üzere, böylesine uzun bir savaşın ardından ödeme yapmak için yeterli kaynak yoktu. Bütün Kongre üyeleri uzaklaşınca, Hanson hükümeti tek başına idare etmek zorunda kalmıştı. Bir şekilde askerleri sakinleştirmeyi başardı ve ülkede birliği sağladı. Eğer başarısız olsaydı, hükümet derhal düşerdi ve herkes bir kral ya da kraliçenin önünde eğilmek zorunda kalabilirdi.

Hanson başkan olarak, bütün yabancı birliklerin Amerikan topraklarını bayraklarıyla birlikte terk etmelerini emretti. Bu oldukça cesur bir hareketti çünkü Kolomb'un zamanından beri birçok Avrupa ülkesi, Amerika'ya kazık çakmıştı.

Hanson, Büyük Mühür uygulamasını da yerleştirdi. O günden beri bütün başkanların resmi belgelerde bu mührü kullanmaları zorunludur.

Başkan Hanson ayrıca ilk Hazine ve Dışişleri Bakanlıklarını kurdu, ilk savaş bakanını atadı.

Son olarak, "Bir sonraki Kasım ayının 28. günü, Tanrıya Şükran duygularının sunulacağı dinsel törenler gerçekleştirileceğini" ilan etti. Bu Şükran Günü meselesi size bir şeyleri çağrıştırıyor mu?

Konfederasyon Hükümleri, bir başkanın, üç yıllık dönemlerin sadece bir yılı boyunca görevde kalmasına müsaade ediyordu. Bu yüzden, Hanson'ın kısa sürede çok iş başardığını söyleyebiliriz.

Washington'un başa geçmesine kadar yedi başkan daha seçildi: Elias Boudinot (1782-83), Thomas Mifflin (1783-84), Richard Henry Lee (1784-85), John Hancock (1785-86), Nathan Gorman (1786-87), Arthur St. Clair (1787-88) ve Cyrus Griffın (1788-89).

Peki sorun neydi?

Neden ABD'nin ilk sekiz başkanından hiç söz edilmiyor?

Çok basit: Konfederasyon Hükümleri pek işe yaramıyordu. Eyaletlerin elinde çok fazla güç vardı ve hiçbir kararın üzerinde mutabakata varılamıyordu. Yeni bir doktrine ihtiyaç duyuluyordu; Anayasa olarak bildiğimiz şeye.

Ve bu da bizi en son anlaşmazlığa getiriyor.

Yıllar boyunca, bu hikayenin içinde kullandığım resmin yanlış olduğuna dair birçok itiraz aldım. Resimdeki adam beyazdı ve birçok kişi John Hanson'ın aslında siyah olduğunu söylüyordu. Hatta kimi zamanlar, ABD'nin ilk başkanının Afrika kökenli olduğunu gizlemeye çalışan bir tezgahın parçası olmakla suçlandım.

Bu tartışmanın varacağı sonuç aslında oldukça açık. John Hanson adında iki ayrı adam vardı.

Başkan olarak görev yapmış adam, 13 Nisan 1721 tarihinde Maryland'de, Mulberry Grove'da doğmuş ve 15 Kasım 1783'te ölmüştü.

'Bassa Bölgesinden bir senatör' olması dışında, ikinci John Hanson'a dair çok az şey biliniyor. Kendisi, bir şekilde, ABD'nin Afrika kökenli Amerikalıları Liberya'ya yerleştirilme çabalarında rol oynamış. Kongre Kütüphanesi'nin Internet sitesinde yer alan ve '1856 ile 1860 yılları arasında' çekilmiş olduğu sanılan fotoğrafı, kesinlikle bir siyah adama ait.

Basit bir matematik işlemi yaparak bu resmin ilk başkana ait olamayacağını anlayabilirsiniz. Amerika'nın ilk başkanı olarak hizmet vermiş zat, fotoğraf teknolojisinin 1939 yılında ortaya çıkmasından elli altı yıl önce ölmüştü. Bu yüzden ona ait herhangi bir fotoğrafın bulunması mümkün değil. Kişisel olarak, ilk ABD Başkanı'nın siyah bir adam olması beni çok mutlu ederdi. Bu harika ama ne yazık ki uydurma bir hikaye.

NIKOLA TESLA

ONUN YANINDA THOMAS EDISON BİLE APTAL KALIR

İşte size bir ödev:

Ansiklopedilerinizi karıştırıp aşağıdaki soruların yanıtlarım kontrol edin (cevaplar parantez içinde verilmiştir):

1) Radyo'yu kim icat etti? (Marconi)

2) Röntgen makinesini kim icat etti? (Roentgen)

3) Triyot lambayı kim icat etti? (De Forest)

Hazır araştırmaya başlamışken, floresan ampulünü, neon ışıklarını, hız göstergelerini, otomobil kontak sistemini ve radar, elektron mikroskobu ve mikrodalga fırının esaslarını da kimin keşfettiğine bir bakın.

Muhtemelen, yirminci yüzyılın başlarında dünyanın en tanınmış bilim insanlarından olan Nikola Tesla'dan bahsedildiğine pek rastlamazsınız. Doğrusu, bugün onun ismini duymuş olan çok az insan vardır. Bunu sağladıkları için Thomas Edison ve General Electric'teki ekibine ne kadar teşekkür etsek azdır.

Tesla, bir çoklarınca, dört yüz kilometre mesafeden on bin adet uçağı yok edebilecek ölümcül ışınlardan bahseden tuhaf biri olarak kabul edilmiş ve edilmektedir. Yeryüzünü ikiye bölebileceğini bile iddia etmişti. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında, ses ve görüntülerin hava yoluyla iletilebileceğini iddia etmiş ve Edison'a, DC (Doğru Akım) elektrik sistemini alıp münasip bir yerine sokmasını söylemişti. İncilere karşı olağandışı bir nefreti vardı ve yanında çalışanların herhangi bir şekilde inci takmasını kesinlikle yasaklamıştı. En tuhafı da, yemeden önce yiyeceklerinin hacimlerini hesaplamasıydı.

Bir başka deyişle, Tesla'nın bahsini duymuş olan herkesin onu birinci sınıf bir kaçık olarak değerlendirmiş olması muhtemeldir.

Ama bazı şeyler değişiyor.

Hayatının son kısmında ortaya çıkmış bütün olağandışı yönleri bir tarafa, Tesla bu bölümün başında saydığım her şeyin ve çok daha fazlasının mucididir. Ama bundan hiç bahsedilmez. Etrafınıza baktığınızda karşılaşacağınız, modern hayatı modern yapan birçok unsurdan bir şekilde o sorumludur.

Hiç şüphe yok ki, Nikola Tesla, Leonardo da Vinci'den beri yaşamış en büyük dehadır.

Peki kimdi bu deha?

Sırp kökenli olan küçük Nicky Tesla, 1856 yılında, Hırvatistan'ın Smiljan kentinde (o dönemin Avusturya-Macaristan İmparatorluğu sınırlarında) doğmuştu. Olağandışı bir hafızası vardı ve altı dilde konuşmayı öğrenmişti. Avusturya Teknik Üniversitesi'nde dört yıl boyunca matematik, fizik ve mekanik eğitimi aldı.

Ancak Tesla'yı esas önemli yapan, elektrik hakkındaki üstün kavrayışıydı. Elektriğin hala emekleme çağını yaşadığı bir dönemden bahsettiğimizi unutmayın.

Tesla 1884 yılında Amerika'ya ilk geldiğinde, Thomas Edison için çalışmaya başladı. Edison, DC elektrik sistemiyle ilgili ciddi sorunlar yaşıyordu. Tesla'ya, sistemdeki hataları düzeltmesi karşılığında büyük paralar vermeyi vaad etti. Tesla, Edison'u yüz bin dolarlık zarardan kurtardı (bugünkü karşılığı milyonlarca dolar) ama Edison anlaşmanın kendi üstüne düşen kısmını yerine getirmeyi reddetti. Tesla işi bırakınca, Edison'un ekibi onun dehasının gün ışığına çıkmasını engellemek için büyük çabalar sarfetti. Tesla'nın bugün pek tanınmamasının başlıca sebebi budur.

Tesla, elektrik iletimi için daha iyi bir sistem kurdu -bugün hala evlerimizde kullandığımız AÇ (Alternatif Akım) sistemi. AC'nin DC sistemine göre büyük avantajları vardı. Tesla'nın daha gelişmiş modellerini tasarladığı transformatörleri (bunları keşfeden o değildi) kullanarak alternatif akım voltajı artırılabiliyor ve ince teller vasıtasıyla uzak mesafelere aktarılabiliyordu. DC bunu başaramıyordu çünkü her kilometre karede bir elektrik santrali bulunması gerekiyor ve elektrik ancak çok kalın kablolarla iletilebiliyordu.

Elbette, böyle bir akım sisteminin işe yaraması ancak bu sistemle çalışacak araç gereç varsa mümkündü. Bu yüzden, Tesla, evinizdeki hemen her alette kullanılan motorları icad etti. Bu öyle basit bir başarı değildi; on dokuzuncu yüzyıl sonlarında bilim insanları, alternatif akım sistemine uygun motorların yapılamayacağına, dolayısıyla AC'nin kullanımının tam bir vakit kaybı olduğuna kanaat getirmişlerdi. Ne de olsa, bir akım saniyede altmış defa yön değiştirirse, motor ileri geri sallanmaktan hiçbir işe yaramayacaktı. Tesla bu sorunu kısa sürede çözerek aksini ispatladı.

AÇ sistemi kulaktan kulağa yayılmaya başlamıştı ve doğal olarak George Westinghouse'un kulağına da ulaştı.

Tesla, Westinghouse ile imzaladığı anlaşmaya göre, satılan her AÇ kilovatı için iki buçuk dolar kazanacaktı. Tesla, birdenbire, hayalini kurduğu tüm deneyleri yapmasına yetecek paraya sahip olmuştu.

Sanayi onları 'icat etmeden' kırk yıl kadar önce, laboratuvarında flüoresan lambaları kullanmaya başladı. Dünya Fuarları'nda ve benzeri sergilerde, cam tüpleri alıp eriterek, onlarla ünlü bilim insanlarının isimlerini yazdı; bugün her tarafta karşımıza çıkan neon ışıklarının ilk örnekleri. Tesla ayrıca, Niagara Şelaleleri'nde, dünyanın ilk hidroelektrik santralini kurdu. Bütün bunlara ek olarak, arabalar için ilk hız göstergesinin patentini aldı.

Ancak, Edison DC sistemine çok fazla para yatırmıştı ve bu yüzden General Electric, Tesla'nın her yeni keşfini karalamak için elinden geleni yaptı. Edison, sürekli olarak AÇ elektriğinin DC enerjisinden çok daha tehlikeli olduğunu göstermeye çabaladı.

Buna karşılık olarak Tesla da kendi pazarlama kampanyasını yürüttü. Chicago'daki (yirmi bir milyon insanın katıldığı) 1893 Dünya Fuarı'nda, yüksek frekanslı AÇ enerjisini kendi vücudundan geçirerek ampullere iletip, AÇ elektriğinin ne kadar güvenli olduğunu sergiledi. Bu sayede, kalabalığa zararsız elektrik şimşekleri gönderebilir hale geldi. Güzel numara!

Tesla'ya ödenmesi gereken ücret bir milyon doları geçmeye başlayınca, Westinghouse maddi sıkıntılarla karşılaştı. Tesla, anlaşmanın yürürlükte kalması halinde Westinghouse'un ayakta kalamayacağını anlamıştı ve alacaklılarla karşı karşıya gelmeyi de istemiyordu doğrusu. Onun hayali herkesin AÇ elektriğini ucuz fiyatlarla kullanabilmesiydi. Bu yüzden anlaşmayı yırtıp attı! Dünyanın ilk dolar milyarderi olmak yerine, patentlerinin tamamı karşılığında 216 bin dolar aldı.

1898 yılında, Madison Square Garden'da, ilk uzaktan kumandalı maket gemiyi dünyaya tanıttı. Niyeti, bu icadı uzaktan kumandalı, insansız bir torpido olarak pazarlamaktı ama Savaş Bakanlığı buna karşı çıktı. Ama siz bütün uzaktan kumandalı uçaklar, arabalar, tekneler ve televizyonlar için Tesla'ya teşekkür edebilirsiniz.

Tesla'nın en büyük hayali, tüm dünyaya bedava bir enerji kaynağı sağlamaktı. 1900 yılında, J.P. Morgan'ın yatırdığı yüz elli bin dolarlık sermayeyle, New York'un Long Island bölgesinde, 'Kablosuz Yayın Sistemi' adını verdiği kulenin inşaatına başladı. Bu yayın kulesinin amacı, dünyanın telefon ve telgraf ağlarını birleştirmek; hatta görüntülerin, borsa bilgilerinin ve meteoroloji haberlerinin dünyanın her köşesine iletilmesini sağlamaktı. Ne yazık ki, bunun dünyaya
bedava enerji sağlamak anlamına geldiğini fark ettiğinde, Morgan projeyi finanse etmekten vazgeçti.

Birçok yoruma göre, ABD hükümeti, Alman casus denizaltıları tarafından yön saptamada bir işaret olarak kullanılmasından endişe ettikleri kuleyi yıktı. Gerçekte ise, Morgan'ın sermayesini geri çekmesinden sonra maddi sıkıntı içine düşen Tesla, borçlarını ödemek için kuleyi düşük fiyata satmıştı.

Tüm dünya onun kaçığın teki olduğunu düşünüyordu. Ne de olsa, ses, görüntü ve elektriğin iletilmesi o dönemlerde duyulmuş şey değildi.

Ancak dünyanın bilmediği şey, Marconi'nin sözde keşfinden on yıl kadar önce, Tesla'nın radyonun temelini oluşturan ilkeleri göstermiş olduğuydu. Hatta, Tesla'nın öldüğü 1943 yılında, Yüksek Mahkeme tarafından, Tesla'nın daha önceki tarifleri sebebiyle Marconi'nin patentlerinin geçersiz sayılmasına karar verildi. Buna rağmen, radyonun mucidi olarak Tesla'nın adı geçmez. (Not: Marconi'nin radyosu ses değil bir sinyal iletiyordu ve Tesla bunu yıllar önce yapmıştı zaten.)

Yaşamının son döneminde, Tesla'nın iddiaları basın tarafından abartılmaya başladı.

Tesla, Mars ve Venüs'ten radyo sinyalleri aldığını bildirmişti. Bugün biliyoruz ki o sinyalleri uzak yıldızlardan alıyordu ama o zamanlar evren hakkında çok az şey biliniyordu. Basın da onun 'ahlaksız' iddialarıyla ortalığı ayağa kaldırdı.

Tesla, Manhattan'daki laboratuvarında, elektrikli bir diyapazonun (Titreştirilince ana seslerden birini veren U biçiminde küçük bir çelik araç -ç.n.) içinde dünyayı meydana getirdi. Buharlı bir osilatörün (Radyoda elektrik titreşimleri meydana getiren aygıt -ç.n.) ayağının altındaki zeminle aynı frekansta titremesini sağladı. Eski Memorez reklamlarında Ella Fitzgerald'ın sesiyle bardakları kırması gibi.

Sonuç mu? Çevredeki bütün mahalleleri etkileyen bir deprem! Binalar sallandı, sıvaları döküldü ve pencereleri kırıldı.

Tesla, bu prensibin, teoride, Empire State binasını yıkmak veya dünyayı ortadan ikiye bölmek için de kullanılabileceğini iddia etti. Yeryüzünün titreşim frekanslarını, bilim bunları onaylayabilecek düzeye gelmeden neredeyse altmış yıl önce belirlemişti.

Yeryüzünü ikiye ayırmak gibi bir şeyi denemediğini de sanmayın. Yani, bir nevi.

1899 yılında, Colorado Springs'teki laboratuvarında, yeryüzüne enerji dalgaları göndermiş ve bunlar da doğal olarak kaynaklarına geri dönmüşlerdi. Aynı ilke bugünün güvenilir sismik deprem istasyonlarının temelidir. Dalgalar geri geldiklerinde, daha fazla elektrik gönderdi.

Sonuç mu? Kayıtlara geçmiş en büyük insan yapımı şimşek: Tam 40 metre! Hala kınlamamış bir rekor! Beraberinde oluşan gök gürültüsü otuz beş kilometre öteden bile duyulmuştu. Laboratuvarın etrafındaki çayırın üzerini tuhaf bir mavi alev kaplamıştı; tıpkı St. Elmo'nun Ateşi gibi. Ne yazık ki, yerel güç şebekesinin teçhizatını havaya uçurmuştu ve bu deneyi bir daha asla tekrarlayamadı.

Birinci Dünya Savaşı'nın başlangıcında, hükümet umutsuz bir şekilde Alman denizaltılarım tespit edebilmenin yolunu arıyordu, iyi bir yöntem bulması için Thomas Edison görevlendirildi. Tesla, gemilerin tespit edilmesi için enerji dalgalarının kullanılmasını önerdi -yani bugünkü radarların. Edison, Tesla'nın önerisini gülünç olarak niteledi ve dünya bu keşfin yapılması için bir yirmi beş
yıl daha beklemek zorunda kaldı.

Yaşam boyu yaratıcılığı için ödülü ne mi oldu? Tesla'dan başka herkese verilen Edison Madalyası! Edison'dan işittiği bütün hakaretlerin üstüne gerçek bir tokat.

Daha nice anekdotlar aktarılabilir.

Sektörün kendisini bilim literatüründen dışlama çabası (belli ki çok başarılı olmuşlar) yüzünden yirmi yıl boyunca bir nevi sürgün hayatı yaşadı. Sermayesi olmadığı için deneyemediği teorileri sayısız defterin üzerinde kaldı.

Modern dünyayı icat etmiş olan adam, 7 Ocak 1943 tarihinde, 86 yaşındayken, neredeyse meteliksiz bir halde hayata gözlerini yumdu. Cenazesine iki binin üzerinde insan katıldı.

Tesla, yaşadığı süre boyunca, yüzden fazla patent almıştı. Sürekli beş parasız olmasaydı Edison'un rekorunu da geçe,bilir-di belki. Yaşamının son otuz yıllık kısmında, maddi imkanları patent işlemlerinin çok azını karşılamaya yetti.

Tesla, Edison ve döneminin birçok mucidinden farklı olarak, fikirlerine bilim tarihinde daha önce hiç rastlanmamış özgün bir düşünürdü. Ne yazık ki, dünya onun kadar yaratıcı insanlara hak ettikleri maddi takdiri veremiyor. Sadece bu fikirleri alıp basit, kullanışlı ürünlere çeviren kişileri ödüllendiriyor.

Bugünün bilim adamları hala onun notlarını inceliyor. En başarılı uzmanlarımız onun dünyaya yayılmış teorilerini şimdi anlıyor. Örneğin, tasarladığı döner alanlı türbin motorun, modern araçlarla birleştirildiğinde, bugüne dek üretilmiş en yetkin motorlardan biri olduğu anlaşılıyor. Kriyojenik (Kriyojeni, derin soğutmanın eş anlamlısıdır -ç.n.) sıvılar ve elektrikle yaptığı deneyler, modern süper iletkenlerin temelini sağlamıştır. Bir elektronun düşük yüklü parçalarına işaret eden deneylerden bahsetmiştir; yani, bilim adamlarının 1977 yılında nihayet keşfettikleri, kuarklar! (Fizikte, temel parçacıklardan oluşan bileşen -ç.n.)

İnanılır gibi değil!

Belki tarihin, gerçek bir dehayla karşılaştığında bunu anlayabileceği günler de gelecektir.

FERMUAR

HEY! DÜKKAN AÇIK KALMIŞ!


Yıllar önce Internet için yazdığım bir kısa öyküde, pantalonunuzun önünü kapalı tutmaya yarayan şeyin, yani fermuarın nasıl keşfedildiğini anlatmıştım. Yıllar içinde bu öyküye yanıt olarak gelen e-mail miktarı beni şaşırttı. Daha da ilginç olanı, bu mesajları gönderenlerin büyük kısmının, fermuar üzerine ödev hazırlayan öğrenciler olmasıydı.

Bir öğrencinin ödev konusu olarak fermuarı seçmesi beni ister istemez düşündürmüştür. Yapabildiğim tek açıklama ise şu oldu:

Bir öğretmen, öğrencisinden istediği herhangi bir konu üzerine araştırma ödevi hazırlamasını ister. Öğrencinin ne seçeceği hakkında en ufak bir fikri yoktur. (Bunu hepimiz yaşadık.) Ve bakışları önüne düşen öğrenci fermuarını görür.

Evreka! Öğrencinin kafasında bir ampul yanar. Ağzında şu sözleri geveler: "Ödevimi fermuarlar üzerine yapacağım!"

Tamam, harika! Ancak öğrenci büyük bir sorunla karşılaşacaktır: Fermuarın tarihçesi hakkında nereden bilgi bulunur ki? Herhalde bu konu üzerine fazla kaynak bulunmadığını söylesem kimse şaşırmaz. Ve öğrenciler kaçınılmaz bir şekilde benim öykümle karşılaşırlar. Ortalama bir öğrenci, benim hikayemi kes-yapıştır yöntemiyle bilgisayarda kendi metnine ekler ve üstüne de kendi adını
yazar.

Aslında bu öğrencilerin seçtiği konunun olağanüstü bir tarihçesi vardır, inanması zor gelebilir ama ortaya çıkışının ilk otuz yıllık döneminde fermuarı görmüş olan herkes, bu ürünün kısa sürede unutulacağından emindi. Evet, fermuar bir zamanlar kesin bir başarısızlık olarak değerlendirilmişti.

Peki bu büyük icat nasıl ortaya çıktı?

Fermuarın patentinin, Whitcomb Judson isimli bir adam tarafından, 29 Ağustos 1893'te alındığı anlaşılıyor. (Bu tarihi unutmayın, Önümüzdeki hafta yapacağım sınavda sorabilirim.) Judson, yaşadığı sürece yaklaşık otuz farklı patent almış Chica-go'lu bir makine mühendisiydi. Fermuar, hareket edebilen bir sürgü tarafından mekanik olarak birleştirilen bir dizi kancaydı. Judson'ın bu aleti sadece ayakkabıları bağlamak amacıyla yaptığım söylemek gerek. Fermuarların bugün pek kullanılmadığı nadir alanlardan biri bu doğrusu. Ayrıca ismi de 'fermuar' değildi; ona basitçe 'bağlayıcı' deniyordu. (Akılda kalan bir isim değil mi?)

Fermuarın (pardon bağlayıcının) tek bir sorunu oldu, başarılı olamadı. Sadece tutmamakla kalmadı, kimse onu istemiyordu. Judson, yirmi milyon kişinin takip etmesi beklenen 1893 Chicago Dünya Fuarı'nda ürününü sergilemeye karar verdi. Bu denli kalabalık bir kitle karşısında, büyük kazanç sağlaması kesindi.

Peki kaç tane sattı? Yüz bin? Bir milyon?

Hayır, sadece yirmi tane. Şüphesiz, emekliye ayrılmasına yetecek miktar bu değildi. Yirmi bağlayıcının tamamı, ABD Posta Hizmetleri tarafından posta çuvallarını kapatmak üzere satın alınmıştı. Daha sonra Judson'dan yeni bağlayıcılar sipariş etmediklerine göre, onların da üründen memnun kalmadıklarını varsayabiliriz herhalde.

Keşfinin onuncu yıldönümü itibarıyla, bu zımbırtıyı başarısız olmuş diğer keşif ve projelerden ayıran hiçbir şey yoktu. Böylece yüzyılın sonunda Judson bütün enerjisini otomobiller üzerinde çalışmaya vermişti ve bağlayıcının tasarımında da arada sırada kimi ufak değişiklikler yapıyordu. Fermuar onu hiçbir zaman zengin etmedi ama otomobil patentlerinden biri sayesinde oğlu milyonlarca dolar kazandı.

Judson'ın son patentinin, bağlayıcının parçalarını doğrudan giysilere takmak fikrini sunduğu anlaşılıyor. Şirketi Evrensel Bağlayıcı (Universal Fastener) sonunda bir bağlayıcı üretip satmaya başladı. 1905 yılında piyasaya sürdükleri Güvenli bağlayıcı, güvenliden başka her şeydi. Bir bayanın biraz öne eğilmesi bağlayıcının patlamasına yetiyordu. Ayrıca bu bağlayıcıların imalatı da çok pahalıya geliyordu ve üretildikleri çelik yıkandığında paslanan türdendi, îster inanın ister inanmayın, şirket, her yıkamadan önce bağlayıcının giysiden sökülmesini tavsiye ediyordu! (Bir insan bu işe neden kalkışsın ki?)

Bugün bizim için çok kolay gözükebilir ama o zamanlar insanlar fermuarı nasıl kullanacaklarını da çözemiyorlardı. Bağlayıcılar, kullanma kılavuzlarıyla birlikte satılıyordu! (Herhalde içinde 'Mahrem bölgelerinizin dışarı taşmadığına emin olduktan sonra bağlayıcıyı kapatın' gibi şeyler yazıyordu.)

Evet, anlaşılan fermuar asla...

Ama durun! Hepsi bu kadar olamaz. Fermuarları her yerde kullanıyoruz.

Öyleyse efsane devam ediyor...

1906 yılında, Gideon Sundback adlı İsviçre doğumlu ve Almanya'da eğitim görmüş bir mühendis şirkette çalışmaya başladı. Sundback, endüstri devi Westinghouse'da çalışmak üzere bir yıl kadar önce Amerika'ya göç etmişti. Daha sonra, batıp çıkmakta olan bağlayıcı şirketinde çalışmak üzere işini bıraktı. Eminim, 'Bir insan neden batmakta olan bir şirkette çalışmak için böylesine sağlam bir işi bırakır ki?' diye düşünüyorsunuzdur. Cevabı, aşk! Sundback, Evrensel Bağlayıcı'nın l?aş tasarımcısının kızı Elvira Aronson'a aşık olmuştu.

Sundback'in Plako adı verilen ilk tasarımı, 1908 yılında piyasaya sürüldü. Her ne kadar Judson'ın son tasarımına göre ilerleme kaydedilmişse de, yeni bağlayıcı da eski modelin birçok sorununu taşıyordu. Zayıf bir üründü ama yine de şirketi ayakta tutmayı başardı.

Sundback daha iyisinin yapılabileceğinden emindi. 1917 yılında, patentini aldığı paslanmaz bağlayıcıda, Judson'ın orijinal modelinin sorunlu mekanik kancaları yer almıyordu. İlk olarak belirlenen Kancasız Kanca ismi, daha sonra Kancasız #2 bağlayıcı olarak değiştirildi. (Kancasız #1 hiçbir zaman üretime geçemedi.)

Modern fermuar böylece doğmuş olduğuna göre öykümüz de burada bitti. Bitmemiş olduğunu biliyorsunuz, aşağıda daha bir sürü paragraf var!

Durun biraz! Şirketin büyük bir sorunu daha vardı. Bağlayıcının sorunları çözülmüştü çözülmesine ama hala kimse onu satın almak istemiyordu. Şirket yıllar boyunca bu alışılmamış aletin tanıtımını yapmaya çalıştı ama bir türlü sonuca ulaşamadılar. Eski Güvenli ve Plako bağlayıcılarının sorunlarını hala unutmamış olan insanlar, bu ürünü yeniden denemek istemiyorlardı. Kimileri de bu garip aletin yüksek fiyatından çekiniyordu. Geçmişi unutturmaya çalışan şirket ismini değiştirerek, Kancasız Bağlayıcı Şirketi adını aldı.

Fermuar ilk kez Birinci Dünya Savaşı sırasında düzgün bir şekilde kullanıldı. New York'lu bir terzi olan Robert J. Ewig, üzerinde Zip (Fermuar) markası bulunan fermuarlı bir pilot yeleği hazırlamıştı. Ancak, fermuar isminin yaygın kabul görmesi bu ürünle gerçekleşmedi. Ewig'in yelekleri tutmamıştı ama daha sonra tasarladığı fermuarlı para kuşaklan, üniformalarında cep bulunmayan denizciler arasında son derece popüler oldu. Yaklaşık yirmi dört bin kemer satıldı ama savaşın bitmesiyle birlikte talep de sona erdi.

1919 yılında, Locktite tütün kesesi ilk başarılı fermuarlı ürün oldu. 1920'lerin ortasına gelindiğinde, her yıl yaklaşık iki yüz bin adet üretiliyordu. Bağlayıcı yavaş yavaş kullanım alanını genişletmekteydi ama esasında hala bir yenilik olarak kabul ediliyordu. İcadının üzerinden otuz yılı aşkın süre geçtikten sonra bile, yaygın bir kabul gördüğü söylenemezdi.

Bu durum 1921 yılında değişecekti. Frederick H. Martin isimli bir B.F. Goodrich mühendisi, çeşitli denemeleri sırasında, bağlayıcıyı Mistik Bot adı verilen bir çift lastik galoşun üzerine yerleştirdi. Şirketin yöneticisi, buna Fermuar (tanıdık geliyor mu?) adını verdi. Yalnız, tuhaf olan, Fermuar markasının bağlayıcıya değil, botlara verilmiş olmasıydı. Ürün büyük başarı elde etti ve Kancasız şirketi bağlayıcı talebini güçlükle karşıladı. 1920'lerin sonunda botlara ilgi kayboldu ama isim yerleşmişti bir kez. 1920'de yaklaşık 110 bin olan yıllık fermuar üretimi, 1929'a gelindiğinde 17 milyona ulaşmıştı. Tüm dünya Büyük Kriz'in pençesinde kıvranırken, Kancasız Bağlayıcı büyümeye devam etti.

Elbette, tüm iyi ürünler gibi fermuarın da birçok taklidi çıktı. Kancasız, sürekli patent davalarıyla uğraşıyordu. Ne yazık ki, fermuarın mükemmel şeklini alması zor olmuştu ama kopyalanması çok kolaydı. Piyasada ayakta durmaya çalışan Kancasız, 1928 yılında Talon ismini benimsedi.

Yorumlara göre, fermuarın gerçek anlamda kabul edilmesi, Galler Prensi ve müstakbel İngiltere Kralı Edward'ın fermuarlı giysileri benimsemesiyle olmuştur. 1936'da tahttan çekildiğinde dünya çapında sansasyon yaratmasıyla, fermuarın popülaritesinin patlaması eş zamanlı gerçekleşmiştir. Halbuki, fermuarın başarısı yıllar süren pazarlama ve tanıtım çalışmalarından kaynaklanmaktadır.

Talon'un büyümesi, fermuar yapımında kullanılan bakır, çinko ve nikelin ikinci Dünya Savaşı sırasında yeterli miktarda tedarik edilememesiyle sekteye uğradı. Savaş sona erdiğinde, Talon'un fermuar patentinin de geçerliliği sona ermiş ve şirket dünya çapında ciddi bir rekabetle karşı karşıya kalmıştır. Yıllar geçtikçe Talon'un piyasa payı da giderek azalmıştır.

Bu da bizi fermuarlarla ilgili en sık sorulan soruya getiriyor: "Fermuarımın üzerindeki YKK harfleri ne anlama geliyor?" Cevabı bulmak için, Tadao Yashida isimli bir Japonun fermuar üretmeye başladığı 1934 yılına gitmeliyiz. 1945 yılında Tokyo'ya yapılan bir hava saldırısı sırasında işyeri tamamen yok olan Yashida, küllerinden yeniden doğmayı başarmıştı. 1948 yılında fermuarlarına Yoshida Kogyo Kabushiki Kaisha'nın (bu aşağı yukarı Yoshida Limited Şirketi anlamına geliyor) kısaltılmışı olan YKK ismini verdi. (Tabii bir K'yi atmışlardı -ufacık bir fermuar etiketinin üzerine daha uzun bir isim sığmazdı.) Talon'un üretimini çoktan aşmış olan YKK, bugün dünyanın en büyük fermuar üreticisi konumundadır.

Fermuar sadece gardıroplarımızın değil, kelime dağarcığımızın da önemli bir parçası haline geldi. Örneğin, kendilerine söz verilmeden konuşan öğrencilerime "Ağzını fermuarla" derim. Artık bütün bir fermuar tarihinin fermuarını açtığımıza göre, bu meselenin fermuarının kapatıldığını varsayıyorum.