TARİHİN EN TUHAF CİNAYET PLANI
Muhtemelen Michael Malloy'un ismini daha önce hiç duymamışsınızdır. Fazla önemli biri sayılmazdı. New York'ta, Bronx'ta yaşayan altmış yaşında işsiz bir itfaiyeciydi. Amerika'ya İrlanda'dan göç etmişti ama bunun anlatacağım öyküyle pek bir ilgisi yok. Bu adam hakkında bilmeniz gereken tek şey alkolik olduğudur. Bir kadeh içki için yapmayacağı şey yoktu. İşin aslına bakarsanız, Malloy'un başına dert açan da bu içki sorunu oldu. Kendisi, Amerikan tarihindeki en tuhaf cinayetlerden birine kurban gitti.
Şimdi saatlerimizi 1933 yılının Ocak ayına ayarlayalım ve Anthony 'Tony' Marino adlı bir adamın yasadışı içki sattığı mekanını ziyaret edelim. New York'a yolunuz düşerse eskiden bu içki dükkanının bulunduğu yeri mutlaka ziyaret edin. 3804, Üçüncü Cadde. Kime sorarsanız sorun buranın bir çöplük olduğunu söyleyecektir. Pis ve rutubetli olduğunu söylemem kafanızda canlandırmanız için yeterli olacaktır.
Yasadışı içki ticareti üzerindeki rekabetin en şiddetli olduğu dönemdi ve Marino 'nün acele nakit paraya ihtiyacı vardı. Müşterisi olan, Francis 'Frank' Pasqua adlı, vaktinin çoğunu kendisini alkolle mumyalamaya adamış bir cenaze kaldırıcısı ile birlikte maddi sorunlarına mükemmel bir çözüm buldular. Herhangi biri adına hayat sigortası yaptırıp sonra da zavallı adamdan kurtulacaklardı.
Dükkanın arka tarafındaki kırık bir poker masasının kenarına tünemiş iki adam, büyük odaya geçtiler. Gözleri hemen Michael Malloy adlı müşteriye akıldı. Malloy mükemmel bir seçimdi çünkü çok az akrabası ve arkadaşı olan bir ayyaştı. Kimse yokluğunu hissetmezdi.
Planlarını uygulamaya koydular. Nicholas Mallory takma ismiyle Malloy adına üç poliçe çıkartıldı. İlki Metropolitan Life'tan alınan 800 dolarlık bir hayat sigortasıydı. Prudential Life'tan alınan diğer iki poliçenin her biri 494 dolar değerindeydi. Tüm sigortalar için bir çifte tazminat maddesi geçerliydi: Malloy kaza sonucu ölürse ödenen meblağ iki katı olacaktı.
Artık tek yapmaları gereken Malloy'dan kurtulmaktı. Bunun işin en kolay kısmı olduğunu düşündüler. Normalden biraz daha fazla içmesi yeterdi. Zaten gidiciydi.
Ama yanıldılar.
İlk adımları, Malloy'un mekanda para ödemeden de içmesine izin vermek oldu. Bu sayede ilk hafta boyunca her gün, gece yarılarına kadar içki şişelerinde balık oldu Malloy. Yakın gelecekte gazetelerde 'Cinayet Ekibi' olarak anılacak iki adam, Malloy'un ölüm haberini beklemeye başlamışlardı.
Ancak Malloy her gün bara gelmeye ve daha çok içmeye devam etti.
Cinayet Ekibi'nin üyeleri bir sorunla karşı karşıya olduklarını fark etmişlerdi. Hayat sigortası ve alkole yığınla para yatırmalarına rağmen Malloy'un ölüme gider gibi bir hali yoktu.
Bunun üzerine içkisine zehir katmaya karar verdiler.
Mekanda barmen olarak çalışan Joseph 'Red' Murphy işsiz bir kimyagerdi. İstenmeyen müşterilerden kurtulmak için içkilere ufak miktarlarda sakinleştirici katardı. Yüz dolar karşılığında, Malloy'un ortadan kaldırılmasına yardım etmeyi kabul etti. Tek sorun sakinleştiricinin bitmiş olmasıydı. Bunun yerine 1927 T model Ford arabasının antifrizini kullandı. Ancak her gece içkisine katmasına rağmen antifriz (o dönemin arabalarında kullanılan antifriz, zehirli bir çeşit alkoldü) hiçbir işe yaramıyordu. Her gün geri gelen Malloy hep daha fazla içki istiyordu.
İlerleyen günlerde Malloy'un içkilerine neftyağı, atlar için kullanılan bir ağrı kesici ve hatta fare zehri bile koydular. Bu maddelerin herhangi biri ortalama bir insanı öldürmeye yeterdi ama ağır bir alkolik olan Malloy'un vücudu tüm bu zehirlere bir şekilde direnebiliyordu.
Alkolden sersemlemiş Pasqua'nın aklına, viskide bekletilmiş istiridye veya deniztarağı yediği için ölen bir adam hakkında duydukları geldi. Bana sorarsanız, bunu her gün yapan ve hiç sorun yaşamayan bir sürü insan var. İşi
şansa bırakmamak için eşit miktarda istiridye ve deniztarağını zehirli antifrizin içinde beklettiler. Malloy bu nefis yemeğin tamamını mideye indirdi ve ertesi gün, hepsini şaşırtarak mekana geri döndüğünde aynı yemekten daha fazla istiyordu.
Cinayet Ekibi, kesin sonuç vereceğine güvendikleri yeni bir fikir ürettiler. Bir kutu konserve sardalye açıp yaklaşık bir hafta boyunca çürümeye bıraktılar. Gerçekten kötü bir koku yaymaya başladığındaysa, nefis bir sardalyeli sandviç hazırladılar. Elbette, mineral katılmamış sandviç eksik bir sandviç sayılacağı için, Marino teneke kutunun dibini kazıdı ve lezzetli talaşları da sardalyeye ekledi. Son malzeme olarak da bu uydurma karışımın içine ince kıyılmış metal parçalan eklediler.
Eminim sonucu tahmin edebilirsiniz. Malloy sandviçi mideye indirdi, parmaklarını yaladı ve oradan ayrıldı. Peki öldü mü? Tabii ki hayır. Ertesi gün daha fazlasını istemek için geri döndü.
Birçok kişi bu noktada pes ederdi ama hayır, Cinayet Ekibi üyeleri vazgeçmediler.
Ekibe dördüncü bir ortak alındı. Hershey 'Harry' Green, Bronx'ta taksicilik yapan bir başka düzenli müşteriydi. Malloy'u yine sızana kadar içirdiler. Daha sonra Green'in taksisine bindirdikleri adamı Claremont Park'ta ıssız bir bölgeye götürdüler. Güçsüz bedenini çıkarıp çalıların arkasına yatırdılar. Çırılçıplak soydukları vücudunu bütünüyle ıslattılar. İyi bir banyonun hiçbir sarhoşa zarar verdiği görülmemiştir. Fakat o gece ısı sıfırın altındaydı ve hepsi Malloy'un sabaha kadar donarak öleceğinden emindi.
Ama yenilmez Michael Malloy ölmedi. O her nasılsa kurtuldu ve ertesi gün bara geldiğinde hafif bir soğuk algınlığından şikayet etti.
Artık bir uzmanın yardımına başvurmanın sırası gelmişti. İşi tamamlaması için yüz dolar karşılığında Anthony 'Sert Tony' Bastone adlı bir kiralık katil tuttular.
Sert Tony, bu işi bitirmeye karar verdi. Ölümüne kaza süsü verecek bir planı vardı, bu şekilde sigortadan alınacak para iki katına çıkacaktı.
Plan, Green'in taksisiyle Malloy'u ezmekti. Her zamanki gibi adamı sarhoş edip taksiye bindirdiler. Tenha bir kavşağa gelince arabadan çıkardılar. Green aracı seksen kilometre hızla üzerine sürdü. Ancak, Malloy son anda kendini yana atmayı başardı. Bu adamda da tam bir İrlandalı şansı varmış!
Bu kez Malloy'u arka koltuğa oturtup daha uzak bir yere götürdüler ve sonunda amaçlarına ulaşıp Malloy'u arabayla ölümüne ezdiler.
Ya da en azından Cinayet Ekibi onun Öldüğünü sanmıştı. Adamın ezildiğini görmüşlerdi. Bu sefer de becerememiş olmaları mümkün değildi. Yoksa mümkün müydü?
Cinayet ekibi her gün gazetelerde ölüm ilanları arasında Malloy'un takma adını aradı. Daha sonra Bronx'taki trafik kazalarıyla ilgili haberleri taradılar. Ama boşuna.
Şayet ölmemişse, Malloy'un hastanede olması gerekirdi. Kötü yaralandığını biliyorlardı. Red Murphy'yi tüm hastane ve morglarda sevgili 'kayıp kardeşini' aramak üzere görevlendirdiler. Ama boşuna.
Malloy'un öldüğü açıktı. Ancak ölümünü belgeleyemedikleri sürece sigortadan para almaları mümkün değildi.
Bu yüzden Joseph Patrick Murray adlı bir başka adamı temizlemeye karar verdiler. Murray de onların aradığı gibi biriydi. Kimsenin eksikliğini duymayacağını düşündükleri biri. Ekip, Murray'i sarhoş edip aynı taksiyle ezme taktiğini uyguladı. Murray'in üzerinden geçtiler. Sonra dönüp işi garantiye almak için bir kez daha ezecekleri sırada yaklaşmakta olan bir motosikletin ışıklarından ürküp oradan uzaklaştılar.
Esas mesele Murray'i kendi yarattıkları Nicholas Mallory olarak yutturabilmekti. Pasqua, Mallory'nin adresine gönderilmiş mektupları Murray'in cebine yerleştirmişti. Ayrıca bir kaza durumunda cesedin Malloy, pardon
Mallory'ye ait olduğunu teşhis etmek üzere Pasqua'nın çağırılması gerektiğini belirten bir kartı da unutmamışlardı.
Tahmin edebileceğiniz gibi, bu plan da ters tepti. Murray kurtulmayı başardı ve Lincoln Hastanesi'nde elli beş gün boyunca tedavi gördü.
Bütün bunlar yetmezmiş gibi, ilk 'kazadan' üç hafta kadar sonra Michael Malloy hiçbir şey olmamış gibi bara geri döndü. Sağ salim kurtulmayı başarmıştı.
Arkadaşları sağlık durumuyla yakından ilgilendiler. (Tabii, ne demezsin!) Bunca zamandır nerede olduğunu sorduklarında, Malloy kendisine bir arabanın çarptığını anlattı. (Sizce bu cevap onları şaşırtmış mıydı?) Beyin sarsıntısı geçirmiş, kafatası çatlamış, omzu kırılmıştı. Uzunca bir süre Fordham Hastanesi'nde kalmış ama idari bir hata sebebiyle hastane kendisini kaydetmemişti.
Cinayet Ekibi'ni bir telaştır aldı. Sert Tony ne yapılması gerektiğini açıkladı. Malloy'u öldürmeleri gerekiyordu. Zekice numaralar bulmaya çalışmayacak; adamı temizleyip sigorta parasını alacaklardı.
Bastone, Malloy'u kimin daha çok içeceğine dair bir iddiaya çağırdı. Her zamanki gibi, zavallı adamcağızın içkisine büyük ölçüde zehirli madde kattılar ve sonuçta Malloy bilincini yitirdi.
Ekibin altıncı ve son üyesi Daniel Kreisberg, elli papel karşılığında plana dahil edildi. Birinin canını almak için düşük bir meblağ. Kreisberg ile Murphy, Malloy'u 1210 Fulton Caddesi'nde kiraladıkları bir odaya götürdüler. Red Murphy, bir ucunu duvardaki gaz vanasına taktığı bir hortumun diğer ucunu Malloy'un ağzına yerleştirdi. Ancak hortumun uzunluğu yetmeyince Malloy'u yataktan indirip duvara doğru sürüklemeleri gerekti. Kreisberg gazı açtığında, daha sonra mahkemede ifade edeceği gibi dışarı kaçan gazın çıkardığı 'cızırtılı sesi' duyabiliyordu. Haftalar önce yapmayı amaçladıkları şeyi sonunda başarmışlardı. 22 Şubat 1933 tarihinde Malloy'u öldürdüler.
Cesetten kurtulmak işin kolay kısmıydı. Öykünün başlangıç kısımlarını hatırlıyorsanız, Pasqua bir cenaze kaldırıcısıydı. Bu noktadan sonra her şeyle o ilgilendi. Malloy'un alkole bağlı akciğer iltihabı sebebiyle öldüğüne dair sahte bir evrak hazırlaması için eski bir belediye meclisi üyesi olan Dr. Frank Manzella'ya
başvuruldu. Pasqua cesedi on dolarlık ucuz bir tabuta yerleştirip Westchester Bölgesi'ndeki Ferncliffe yoksullar mezarlığına gömdü. Elbette hizmeti karşılığında da 400 dolarlık bir fatura çıkardı.
Bu tabii ki hikayenin sonu değil. Ekibin ganimeti bölüşme konusunda tartışmaya başladığı anlaşılıyor. Taksi şoförü Green aracında meydana gelen hasarın karşılanması gerektiğini söylüyordu ve bu konuda yabancı insanların da fikrini almaya başladı. Sert Tony ile Kreisberg de cinayetteki rollerini başkalarına anlattılar. Çenesi düşük suçlulara dair bütün hikayelerde olduğu gibi, anlatılanlar polisin kulağına gitmekte gecikmedi, iki haftalık soruşturma sonunda tutuklamalar başladı.
Soruşturma sürecinde polisin bir yıl önce ölmüş Mabelle Carlson isimli bir kuaförden haberi oldu. Carlson, 17 Mart 1932'de ölmüştü. Ölüm sebebi, şiddetli ve kronik alkoliklik ile birleşen ölümcül zatürree olarak belirlenmişti. Daha sonra, Marino'nun Carlson'a bilincini kaybedene dek içki içirdiği ortaya çıktı. Kadını odasına çıkarmış, yere yatırmış ve çırılçıplak soy-muştu. Bütün vücudunu ıslatmış ve buz gibi gecede pencereleri açmıştı. Dayanıklı Malloy'dan farklı olarak, kadın donarak ölmüştü. 800 dolarlık hayat sigortasının tek varisinin Marino olduğu anlaşıldı. Bu hikaye, biraz önce okumuş olduğunuz bir diğerine dehşet verici ölçüde benzemiyor mu?
Hikayenin ayrıntıları dava sırasında ortaya çıktı. Yukarda anlatılmış olanlara iki ilginç ayrıntı daha eklendi. İlk olarak, Malloy'un başına çok şiddetli bir darbe almış olduğu tespit edildi. Eğer gaz zehirlenmesinden kurtulmuş olsaydı, muhtemelen sol gözü kör kalacaktı. İkinci olarak, Cinayet Ekibi'nin Malloy'u makineli tüfekle öldürmeyi planladığı ortaya çıktı. Ancak, bir Malloy klasiği olarak, adamımız çetenin kurduğu tuzaktan yakasını kurtarmıştı.
Sonuçta cezalar açıklandı. Taksi şoförü Harry Green itiraf ettiği için daha az ceza aldı. Dr, Frank Manzella suç ortaklığından hapse girdi. Frank Pasqua, Anthony Marino ve Daniel Kreisberg, 7 Haziran 1934 tarihinde Sing Sing hapishanesinde elektrikli sandalyede idam edildiler. Joseph Murphy de (Murphy, Marino, Malloy, Mallory, Murray -bu hikayede ne kadar çok M var!) 5 Temmuz 1934 tarihinde elektrikli sandalyeye oturdu.
Peki Sert Tony Bastone'a ne oldu? Anlaşılan sigorta parasının paylaşılması konusunda anlaşamamışlardı. Michael Malloy'un ölümünden yaklaşık bir ay sonra aynı barda vurularak öldürüldü. Elbette tüm sanıklar mahkemede Malloy'u Bastone'un zoruyla öldürdüklerini söylediler. Oraya gelip kendini savunamayacak olan birini suçlamak çok kolay tabii.
Ya sigorta parası? Ekip, Metropolitan Hayat Sigortası Şirketi'nden 800 dolar aldı. Ancak iki Prudential poliçesinin karşılığını talep etmek için geç kaldılar. Esas varis Murphy, Sert Tony cinayetinin tanığı olarak gözaltında olduğu için, ortakları da planlarına dikkat çekmemek amacıyla harekete geçmek istememişlerdi.
İyi bir Hollywood komedisinin senaryosu gibi geliyor değil mi? Bu hikayeye kimse inanmaz...
collyer hikayesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
collyer hikayesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
20 Eylül 2010 Pazartesi
COLLYER KARDEŞLER
PEKİ AMA LANGLEY NEREDEYDİ?
Yol açın Frasier ve Niles Crane kardeşler. Bir rakibiniz var. Sizin asla olamayacağınız kadar tuhaf iki kardeş gerçekten yaşadı.
Bahsettiğim iki kardeş gerçekten en iyi şartlarda dünyaya geldiler. New York'un en köklü ailelerinden birinin soyundan geliyorlardı. Ataları Amerika'ya Mayflower günlerinde Speed-well gemisiyle gelmişlerdi. Babaları Dr. Herman L. Collyer, Manhattan'ın zengin ve tanınmış bir jinekologuydu. Anneleri Susie, klasiklere meraklı, eğitimli bir kadındı. 1881 yılında doğan ilk oğulları Homer, mühendislik eğitimi gördü. 1885'te doğan Langley ise Columbia Üniversitesi'ni bitirip denizcilik avukatı oldu.
Ancak 1909 yılında oğlanların talihi döndü. O dönem için oldukça sıra dışı gözükse de, kan koca ayrılma kararı aldılar. Baba evden ayrıldı ve yirmili yaşlarındaki iki çocuk da anneleriyle birlikte yaşamayı seçtiler. Hayat çok kötü değildi. Beşinci Cadde, 128. Sokakta bulunan üç katlı bir konakta yaşıyorlardı.
Fakat her şey değişti. Anneleri öldü. Harlem bölgesi yozlaşmaya başladı. Yoksulluk yaygınlaştı. Suç oranı arttı. Collyer kardeşler de, bütün bunların sonucunda, kendilerini dış dünyadan iyice soyutladılar.
Kabul edelim. Dünya ile iletişimi koparmak insanları oldukça tuhaflaştırabilir. Homer ve Langley gibi insanları ünlü yapan da böyle bir tuhaflıktır.
Zaman içinde pencereleri tahtayla kapladılar. Davetsiz misafirleri uzak tutmak için evin her köşesine bubi tuzakları yerleştirdiler. Konağın hava gazı, suyu ve elektriği kesildi. Bir ara, Langley, bir araba motorunu enerji kaynağı olarak kullanmayı denedi. Dört blok ötedeki bir parktan su alıyorlardı. Yemek yapmak ve koca evi ısıtmak için bir gaz sobası kullanıyorlardı. Langley, 1933 yılında kör kalan Homer'in tedavisi için, haftada yüz adet portakal, kepekli ekmek ve fıstık ezmesinden oluşan bir diyet hazırladı. Bana sorarsanız, pekala işe yarayabilir.
Çok tuhaf.
1942 yılında, Collyer kardeşler gazetelere konu oldular. Evlerinin ipoteğini ödeyemedikleri için banka kapılarına dayandı. Bowery Bankası, tahliye prosedürünü uygulamaya koydu ve evi boşaltmaları için bir ekip gönderdi. Langley Collyer işçilere bağırmaya başlayınca polis çağrılması gerekti. Ön kapıyı kıran polisler, yabancıların girmesini engellemek için yapılmış çöpten bir duvarla karşılaştılar. Langley, 6.700 dolarlık bir çek yazdı ve borcu kapatarak ipoteği kaldırdı.
Herkesin mülkünü terk etmesini istedi ve Collyer kardeşler hakkında son duyulan şey bu oldu.
21 Mart 1947 Cuma günü, sabah saat onda, Charles Smith adlı bir adam polis merkezini arayıp "Beşinci Cadde'deki 2078 numaralı binada ölü bir adam var" ihbarını yapana dek. Charles Smith'in gerçek kimliği bugün bile gizemini koruyor.
Olay yerine gönderilen devriye polisi binaya girmeyi başaramadı. Ne kapı zili ne de telefon vardı. Konağın tüm kapıları kilitlenmişti. Bodrum pencereleri kırılmıştı ama demir parmaklıklar içeriye girilmesini engelliyordu. Yedi kişilik bir acil durum ekibinin çağrılması gerekti.
Peki siz olsanız, bu durumda ne yapardınız? Evde muhtemelen bir ceset var ama içeri giremiyorsunuz. İlk akla gelen kapıyı kırmak olacaktır ki, onlar da bunu yaptılar. Ancak antreye yığılmış eski gazetelerden, şiltelerden, yarım bir dikiş makinesinden, üst üste yığılmış sandalye ve kutulardan, parçalanmış bir üzüm cenderesinden ve çeşit çeşit çöpten oluşan duvar yollarını kapıyordu.
Polisin ön kapıdan kolaylıkla içeri giremeyeceği ortadaydı. Bunun üzerine başka bir yol denemeye karar verdiler. Bir merdiven bulup binaya yasladılar. Bu kez ikinci kattaki bir pencereden içeri girmeyi deneyeceklerdi.
Ama şans onlardan yana değildi. Kardeşler pencerenin önünde daha da büyük bir yığın oluşturmuşlardı. Polis bütün çöpleri teker teker ayıklayarak sokağa atmaya başladı. İplerle bağlanmış sayısız eski gazete ve boş karton kutu, bir bebek arabasının iskeleti, bir tırmık, birbirlerine bağlanmış iki şemsiye ve daha yığınla ıvır zıvır çıkarıldı.
Pencerenin önündeki yığın biraz temizlendiğinde bir devriye polisi içeri girmeyi başardı. El fenerinin de yardımıyla daha birçok çöpü ittirerek ilerleyen polis, Homer Collyer'i başını dizlerinin arasına almış bir şekilde yerde otururken buldu. Ufak tefek yaşlı adamın donuk gri saçları omuzlarına dökülüyordu. Üstünde sadece eski, yırtık pırtık bir bornoz vardı.
Tetkike katılan Dr. Arthur C. Ailen, bulunan cesedin Homer Collyer'e ait olduğunu ve yaklaşık on saat önce öldüğünü teyit etti. Açıklaması şöyleydi: "Ölüm sebebini tespit etmekle sorumlu kişi olarak, eksiksiz bir incelemenin sonucunda şunu söyleyebilirim ki, kendisi sadece ölmemiş, gerçekten de ölmüştür." Tamam, bunlar birebir kullandığı kelimeler olmayabilir.
Binanın dışındaki kalabalık altı yüz kişinin üzerine çıkmıştı ve herkes Langley'in nerede olduğunu merak ediyordu. Acaba şehirde mi geziniyordu? Hala evde saklanıyor olabilir miydi? Polise ipucunu veren o muydu? Kimse kesin olarak bilmiyordu.
Ertesi pazartesi günü polis evde kayıp kardeşi aramaya başladı. Bulabildikleri tek şey daha çok çöp oldu: gaz lambaları, bir at arabası tentesi, paslanmış bir bisiklet, üç tane oyuncak bebek, bir bebek arabası, paslanmış bir yatak, bir gaz ocağı, sayısız eski gazete, çıplak kadın resimleri ve daha bir sürü şey. Peki ama Langley neredeydi?
Ertesi gün eve dönen polis, parçalanmış bir patates soyacağı, boncuklu bir abajur, eski bir araba şasisi, çocuk oyuncakları ve yeni gazete, dergi ve tahta yığınları buldu. Peki ama Langley neredeydi?
Üçüncü gün evden daha da çok ıvır zıvır çıkarıldı, îşe yaramayacağına kanaat getirilen her eşya pencereden dışarı fırlatılıyordu. Kıymetli eşyalar ise depoda toplanıyordu. Peki ama Langley neredeydi?
Dördüncü gün de polis evden çöp çıkarmaya devam etti. Langley'i ararken tasnif edilmiş silahlar ve cephane ile karşılaştılar. Homer'ın öldüğü odada, çeşitli bankalardaki toplam 3007 Amerikan dolarını belgeleyen hesap cüzdanları buldular. Peki ama Langley neredeydi?
30 Mart Cumartesi günü, Langley'in Atlantic City'ye giden bir otobüse binerken görüldüğü haberi geldi. Kayıp kardeş için sürdürülen arama çalışmaları kısa bir süre için New Jersey sahiline odaklandı. Ancak hiçbir iz bulunamadı. O halde Langley neredeydi?
Yeniden Pazartesi olmuştu. Polis evden çöp çıkarmayı sürdürüyordu. Üç binden fazla kitap, bir sürü eski telefon defteri, bir atın çene kemiği, Steinway marka bir piyano, eski model bir röntgen cihazı ve yeni gazete yığınları bunların arasındaydı. Evin sadece ilk katından, on dokuz tonun üzerinde eşya çıkarılmıştı!
O halde Langley hangi cehennemdeydi?
Arama çalışmaları devam etti. Her geçen gün evden daha fazla eşya çıkarılıyordu. Eskimiş tıbbi gereçler, insan modelleri, çeşit çeşit müzik enstrümanı ve elbette daha fazla eski gazete. Çöp. Çöp. Çöp. Ya Langley neredeydi? 3 Nisan 1947'de polis onu bulduğunu sandı. Güney Bronx'taki Pugsley Irmağı'ndan bir ceset çıkarılmıştı. Ceset kayıp kardeşe benziyordu ama o hafta başında kaybolduğu bildirilmiş Thomas Lynch adlı biri olduğu tespit edildi. Yeter artık. Langley neredeydi?
Günler geçiyor, evden hala çöp çıkıyordu. 7 Nisan Pazartesi günü itibariyle evden 103 ton işe yaramaz zımbırtı çıkmıştı. Ortalama bir evin ağırlığı bile bu kadar etmez herhalde.
Bir sonraki cümlenin ne olacağını artık tahmin edebiliyorsunuzdur. Eminim sormamdan da bıktınız ama: Langley neredeydi?
Neyse ki bunu son kez söyledim. Çünkü 8 Nisan 1947 Salı günü Langley Collyer'in cesedinin yeri sonunda tespit edildi. İster inanın ister inanmayın, kardeşi Homer'ın öldüğü noktadan on adım uzaktaydı. Kısmen çürümeye başlamış olan ceset, büyük ve çirkin bir fare tarafından kemiriliyordu. Bir bavul, üç metal ekmek kutusu ve evet, doğru tahmin ettiniz, yığınla gazete bedenini saklamıştı.
Dedektifler, Langley'in üzerine düşen kendi bubi tuzaklarından birinin altında boğularak öldüğü sonucuna ulaştılar. Felçli ve gözleri görmeyen kardeşi Homer'a yiyecek bir şeyler bulmak amacıyla, tünele benzeyen bu labirentin altından sürünerek geçmeye çalıştığını düşündüler. Kendisini besleyecek kimse kalmayınca da, Homer kaçınılmaz olarak açlıktan ölmüştü.
Kardeşlerin evi gayrimenkul olarak 91 bin dolar, arazi ola-raksa 20 bin dolar değerindeydi. 136 ton çöp arasından işe yarar durumda olanlar, açık artırma sonucu iki bin dolardan az bir meblağa satıldı. Bir zamanlar güzel bir yer olan konaklan yıkıldı ve bugün park yeri olarak kullanılıyor.
Elimizde cevaplanmamış tek bir soru kaldı. Bütün o gazeteler ne işe yarıyordu? Cevap Langley'in 1942 yılında New York Herald Tribüne gazetesine verdiği bir röportajda saklı: "Gazeteleri Homer için biriktiriyorum. Yeniden görebildiği zaman eski haberleri okuyabilsin diye."
Ne yazık ki, haberleri okuyabilme şansı hiç olmadı. Bunun yerine, ikisi birlikte gazetelere haber oldular.
Yol açın Frasier ve Niles Crane kardeşler. Bir rakibiniz var. Sizin asla olamayacağınız kadar tuhaf iki kardeş gerçekten yaşadı.
Bahsettiğim iki kardeş gerçekten en iyi şartlarda dünyaya geldiler. New York'un en köklü ailelerinden birinin soyundan geliyorlardı. Ataları Amerika'ya Mayflower günlerinde Speed-well gemisiyle gelmişlerdi. Babaları Dr. Herman L. Collyer, Manhattan'ın zengin ve tanınmış bir jinekologuydu. Anneleri Susie, klasiklere meraklı, eğitimli bir kadındı. 1881 yılında doğan ilk oğulları Homer, mühendislik eğitimi gördü. 1885'te doğan Langley ise Columbia Üniversitesi'ni bitirip denizcilik avukatı oldu.
Ancak 1909 yılında oğlanların talihi döndü. O dönem için oldukça sıra dışı gözükse de, kan koca ayrılma kararı aldılar. Baba evden ayrıldı ve yirmili yaşlarındaki iki çocuk da anneleriyle birlikte yaşamayı seçtiler. Hayat çok kötü değildi. Beşinci Cadde, 128. Sokakta bulunan üç katlı bir konakta yaşıyorlardı.
Fakat her şey değişti. Anneleri öldü. Harlem bölgesi yozlaşmaya başladı. Yoksulluk yaygınlaştı. Suç oranı arttı. Collyer kardeşler de, bütün bunların sonucunda, kendilerini dış dünyadan iyice soyutladılar.
Kabul edelim. Dünya ile iletişimi koparmak insanları oldukça tuhaflaştırabilir. Homer ve Langley gibi insanları ünlü yapan da böyle bir tuhaflıktır.
Zaman içinde pencereleri tahtayla kapladılar. Davetsiz misafirleri uzak tutmak için evin her köşesine bubi tuzakları yerleştirdiler. Konağın hava gazı, suyu ve elektriği kesildi. Bir ara, Langley, bir araba motorunu enerji kaynağı olarak kullanmayı denedi. Dört blok ötedeki bir parktan su alıyorlardı. Yemek yapmak ve koca evi ısıtmak için bir gaz sobası kullanıyorlardı. Langley, 1933 yılında kör kalan Homer'in tedavisi için, haftada yüz adet portakal, kepekli ekmek ve fıstık ezmesinden oluşan bir diyet hazırladı. Bana sorarsanız, pekala işe yarayabilir.
Çok tuhaf.
1942 yılında, Collyer kardeşler gazetelere konu oldular. Evlerinin ipoteğini ödeyemedikleri için banka kapılarına dayandı. Bowery Bankası, tahliye prosedürünü uygulamaya koydu ve evi boşaltmaları için bir ekip gönderdi. Langley Collyer işçilere bağırmaya başlayınca polis çağrılması gerekti. Ön kapıyı kıran polisler, yabancıların girmesini engellemek için yapılmış çöpten bir duvarla karşılaştılar. Langley, 6.700 dolarlık bir çek yazdı ve borcu kapatarak ipoteği kaldırdı.
Herkesin mülkünü terk etmesini istedi ve Collyer kardeşler hakkında son duyulan şey bu oldu.
21 Mart 1947 Cuma günü, sabah saat onda, Charles Smith adlı bir adam polis merkezini arayıp "Beşinci Cadde'deki 2078 numaralı binada ölü bir adam var" ihbarını yapana dek. Charles Smith'in gerçek kimliği bugün bile gizemini koruyor.
Olay yerine gönderilen devriye polisi binaya girmeyi başaramadı. Ne kapı zili ne de telefon vardı. Konağın tüm kapıları kilitlenmişti. Bodrum pencereleri kırılmıştı ama demir parmaklıklar içeriye girilmesini engelliyordu. Yedi kişilik bir acil durum ekibinin çağrılması gerekti.
Peki siz olsanız, bu durumda ne yapardınız? Evde muhtemelen bir ceset var ama içeri giremiyorsunuz. İlk akla gelen kapıyı kırmak olacaktır ki, onlar da bunu yaptılar. Ancak antreye yığılmış eski gazetelerden, şiltelerden, yarım bir dikiş makinesinden, üst üste yığılmış sandalye ve kutulardan, parçalanmış bir üzüm cenderesinden ve çeşit çeşit çöpten oluşan duvar yollarını kapıyordu.
Polisin ön kapıdan kolaylıkla içeri giremeyeceği ortadaydı. Bunun üzerine başka bir yol denemeye karar verdiler. Bir merdiven bulup binaya yasladılar. Bu kez ikinci kattaki bir pencereden içeri girmeyi deneyeceklerdi.
Ama şans onlardan yana değildi. Kardeşler pencerenin önünde daha da büyük bir yığın oluşturmuşlardı. Polis bütün çöpleri teker teker ayıklayarak sokağa atmaya başladı. İplerle bağlanmış sayısız eski gazete ve boş karton kutu, bir bebek arabasının iskeleti, bir tırmık, birbirlerine bağlanmış iki şemsiye ve daha yığınla ıvır zıvır çıkarıldı.
Pencerenin önündeki yığın biraz temizlendiğinde bir devriye polisi içeri girmeyi başardı. El fenerinin de yardımıyla daha birçok çöpü ittirerek ilerleyen polis, Homer Collyer'i başını dizlerinin arasına almış bir şekilde yerde otururken buldu. Ufak tefek yaşlı adamın donuk gri saçları omuzlarına dökülüyordu. Üstünde sadece eski, yırtık pırtık bir bornoz vardı.
Tetkike katılan Dr. Arthur C. Ailen, bulunan cesedin Homer Collyer'e ait olduğunu ve yaklaşık on saat önce öldüğünü teyit etti. Açıklaması şöyleydi: "Ölüm sebebini tespit etmekle sorumlu kişi olarak, eksiksiz bir incelemenin sonucunda şunu söyleyebilirim ki, kendisi sadece ölmemiş, gerçekten de ölmüştür." Tamam, bunlar birebir kullandığı kelimeler olmayabilir.
Binanın dışındaki kalabalık altı yüz kişinin üzerine çıkmıştı ve herkes Langley'in nerede olduğunu merak ediyordu. Acaba şehirde mi geziniyordu? Hala evde saklanıyor olabilir miydi? Polise ipucunu veren o muydu? Kimse kesin olarak bilmiyordu.
Ertesi pazartesi günü polis evde kayıp kardeşi aramaya başladı. Bulabildikleri tek şey daha çok çöp oldu: gaz lambaları, bir at arabası tentesi, paslanmış bir bisiklet, üç tane oyuncak bebek, bir bebek arabası, paslanmış bir yatak, bir gaz ocağı, sayısız eski gazete, çıplak kadın resimleri ve daha bir sürü şey. Peki ama Langley neredeydi?
Ertesi gün eve dönen polis, parçalanmış bir patates soyacağı, boncuklu bir abajur, eski bir araba şasisi, çocuk oyuncakları ve yeni gazete, dergi ve tahta yığınları buldu. Peki ama Langley neredeydi?
Üçüncü gün evden daha da çok ıvır zıvır çıkarıldı, îşe yaramayacağına kanaat getirilen her eşya pencereden dışarı fırlatılıyordu. Kıymetli eşyalar ise depoda toplanıyordu. Peki ama Langley neredeydi?
Dördüncü gün de polis evden çöp çıkarmaya devam etti. Langley'i ararken tasnif edilmiş silahlar ve cephane ile karşılaştılar. Homer'ın öldüğü odada, çeşitli bankalardaki toplam 3007 Amerikan dolarını belgeleyen hesap cüzdanları buldular. Peki ama Langley neredeydi?
30 Mart Cumartesi günü, Langley'in Atlantic City'ye giden bir otobüse binerken görüldüğü haberi geldi. Kayıp kardeş için sürdürülen arama çalışmaları kısa bir süre için New Jersey sahiline odaklandı. Ancak hiçbir iz bulunamadı. O halde Langley neredeydi?
Yeniden Pazartesi olmuştu. Polis evden çöp çıkarmayı sürdürüyordu. Üç binden fazla kitap, bir sürü eski telefon defteri, bir atın çene kemiği, Steinway marka bir piyano, eski model bir röntgen cihazı ve yeni gazete yığınları bunların arasındaydı. Evin sadece ilk katından, on dokuz tonun üzerinde eşya çıkarılmıştı!
O halde Langley hangi cehennemdeydi?
Arama çalışmaları devam etti. Her geçen gün evden daha fazla eşya çıkarılıyordu. Eskimiş tıbbi gereçler, insan modelleri, çeşit çeşit müzik enstrümanı ve elbette daha fazla eski gazete. Çöp. Çöp. Çöp. Ya Langley neredeydi? 3 Nisan 1947'de polis onu bulduğunu sandı. Güney Bronx'taki Pugsley Irmağı'ndan bir ceset çıkarılmıştı. Ceset kayıp kardeşe benziyordu ama o hafta başında kaybolduğu bildirilmiş Thomas Lynch adlı biri olduğu tespit edildi. Yeter artık. Langley neredeydi?
Günler geçiyor, evden hala çöp çıkıyordu. 7 Nisan Pazartesi günü itibariyle evden 103 ton işe yaramaz zımbırtı çıkmıştı. Ortalama bir evin ağırlığı bile bu kadar etmez herhalde.
Bir sonraki cümlenin ne olacağını artık tahmin edebiliyorsunuzdur. Eminim sormamdan da bıktınız ama: Langley neredeydi?
Neyse ki bunu son kez söyledim. Çünkü 8 Nisan 1947 Salı günü Langley Collyer'in cesedinin yeri sonunda tespit edildi. İster inanın ister inanmayın, kardeşi Homer'ın öldüğü noktadan on adım uzaktaydı. Kısmen çürümeye başlamış olan ceset, büyük ve çirkin bir fare tarafından kemiriliyordu. Bir bavul, üç metal ekmek kutusu ve evet, doğru tahmin ettiniz, yığınla gazete bedenini saklamıştı.
Dedektifler, Langley'in üzerine düşen kendi bubi tuzaklarından birinin altında boğularak öldüğü sonucuna ulaştılar. Felçli ve gözleri görmeyen kardeşi Homer'a yiyecek bir şeyler bulmak amacıyla, tünele benzeyen bu labirentin altından sürünerek geçmeye çalıştığını düşündüler. Kendisini besleyecek kimse kalmayınca da, Homer kaçınılmaz olarak açlıktan ölmüştü.
Kardeşlerin evi gayrimenkul olarak 91 bin dolar, arazi ola-raksa 20 bin dolar değerindeydi. 136 ton çöp arasından işe yarar durumda olanlar, açık artırma sonucu iki bin dolardan az bir meblağa satıldı. Bir zamanlar güzel bir yer olan konaklan yıkıldı ve bugün park yeri olarak kullanılıyor.
Elimizde cevaplanmamış tek bir soru kaldı. Bütün o gazeteler ne işe yarıyordu? Cevap Langley'in 1942 yılında New York Herald Tribüne gazetesine verdiği bir röportajda saklı: "Gazeteleri Homer için biriktiriyorum. Yeniden görebildiği zaman eski haberleri okuyabilsin diye."
Ne yazık ki, haberleri okuyabilme şansı hiç olmadı. Bunun yerine, ikisi birlikte gazetelere haber oldular.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)