UÇAN HALIMLA UZAKLARA
Yüzlerce televizyon kanalında bir tane bile seyretmeye değer program bulamadığınız geceler oldu mu hiç? O gecelerden birinde Çöplük Savaşları: Uçan Makineler adlı bir şov programına rastladım. Programda bir grup çamaşır makinesi tamircisi ile bir grup psikolog en iyi uçan makineyi yapabilmek için yarışıyorlardı. Kurallar son derece basitti. Her ekibin çöplükte buldukları malzemelerden bir uçan makine yapmak için on saati vardı. Bir insanı en uzun süre havada tutmayı başaran ekip yarışmayı kazanıyordu.
Beni bir düşüncedir aldı. On saat içinde bir uçak yapmayı başardığımı farz edelim. Öyle bir şeyin içine binerek hayatımı riske atmak ister miydim? Hiç sanmıyorum. Daha sonra Larry Walters adlı adamı düşünmeye başladım. Yıllar önce kendi uçuş cihazını üretmiş ve gökyüzünde alışılmadık bir yolculuğa çıkmıştı.
Çöplük ekiplerinden farklı olarak, Larry, tüm yaşamını bu uçuşu planlayarak geçirdi. Her şey 9-10 yaşlarındayken ailesi onu Disneyland'e götürdüğünde başlamıştı. Larry, bir çalışanın elinde gördüğü kocaman Mickey Mouse balonlarından büyülenmişti. O an, günün birinde böyle balonlarla birlikte gökyüzünde uçmak istediğine karar verdi.
Gençlik yılları boyunca, hidrojen gazı doldurduğu küçük balonlarla deneyler yaptı. (Hatırlarsanız, Hindenburg hidrojen ile doldurulduğu için patlamıştı. O yaştaki bir genç için hiç de güvenli bir şey sayılmaz.) Daha sonra Vietnam'da ordu aşçısı olarak görevini yaparken planını tamamladı.
2 Temmuz 1982 tarihinde, yıllar süren bekleyişin ardından, planını uygulamaya karar verdi. Inspiration (ilham) adını verdiği aracını, California'nın Long Beach bölgesindeki varoşlarda yaşayan kız arkadaşının annesinin evinin arka bahçesinde inşa etmeye başladı. Elli beş helyum silindiri kullanan Larry, yerel bir ordu mağazasından tedarik ettiği iki metre çapında kırk iki adet balon şişirdi. Yerden elli metre yükseklikte gezinen balonların nasıl bir manzara oluşturduğunu gözlerinizin önüne getirin! Şahane bir manzara olsa gerek.
Bu uçuşa yıllar boyunca hazırlandığı için Larry her türlü acil duruma karşı da hazırlıklıydı. Pusulası, altimetresi (Yüksekliği gösteren alet- ç.n.), radyosu, el feneri, ilk yardım çantası, çakısı, her şeyi vardı. Larry çok yaratıcıydı, içi su olu sekiz plastik kabı denge için gemisinin kenarlarına takmıştı. Bir başka-deha ürünü olarak, yere yumuşak bir iniş yapabilmek amacıyla tek tek balonları vurmak için yanma silah da almıştı.
Muhtemelen Larry 'nin uçan makinesinin en tuhaf yanı, sepetinin tasarımıydı. Doğrusunu isterseniz, insanın dikkatini asıl çeken, bir sepetin olmayışıydı. Larry bunun yerine Sears'tan 109 dolara aldığı tahta iskemleyi tercih etmişti.
Larry sırtına paraşütünü geçirdi ve İlham'ına atladı. Aracı iple bir arkadaşının otomobiline bağlamıştı. Amaç, Larry'nin yüksekliğinin bir buçuk metreyi aşmamasını sağlamaktı. Bağımsız bir şekilde uçmadan önce aracını sınamış olacaktı. Ancak Larry'nin yükselişi beklediğinden daha hızlı olunca ip koptu. Larry gökyüzüne doğru yönelmişti! Asıl uçuş planı, en fazla üç bin metre irtifada Mohave çölüne doğru yaklaşık beş yüz kilometre yol kat etmekti. Ancak beklediğinden çok daha hızlı yükselince planlarını değiştiren Larry, yolculuğun keyfini çıkarmaya karar verdi. Arada görüşünüzü engelleyen uçağın duvarları olmadan o yükseklikten nasıl bir manzara izleyebileceğinizi düşünün! İnanılmaz olmalı.
Larry'nin endişe ettiği nokta iniş değil, havanın soğuyacağı ve nefes almanın zorlaşacağı kadar yükseğe çıkmaktı. Yaklaşık 45 bin metreye çıktığında, biraz alçalma zamanının geldiğine karar verdi. Önceden planladığı gibi, balonlara ateş etti ve yedi tanesini patlattı. O sırada, tam altimetresine bakmak için biraz eğilmişken şiddetli bir rüzgar sandalyesini salladı ve silah kucağından düşüverdi. Yere düşen silahın uzaklaştıkça uf alışını izlemekten başka elinden gelen bir şey yoktu. (Birinin kafasına düşse nasıl bir davaya sebep olabileceğini düşünsenize!) Her ne kadar aracını her türlü olasılığa karşı hazırlıklı tasarlamışsa da Larry silahını kaybedebileceğini hiç düşünmemişti. Silahı telle araca bağlamış olsaydı hiç sorun yaşamayacaktı halbuki.
Yine de, silahını kaybetmek bile Larry'nin moralini bozmadı. Aracı biraz daha yükseldi. Elli bin metreye çıkmıştı. Kafanızdan ufak bir matematik hesabı yaparsanız Larry ve tahta sandalyesinin yerden elli kilometre yükseklikte olduğunu anlayacaksınız. Larry bir ara Los Angeles Havaalanı'nın sahasına bile girdi ve hem Delta hem de TWA pilotları tarafından fark edildi.
Bir süre sonra İlham yavaş yavaş alçalmaya başladı. Her nedense, son altı yüz metrede hızı da artmaya başladı. Larry tüm ağırlıkları atarak hızını azaltmaya çalışıyordu. Sonunda bir evin çatısına çarptı ve oradan yuvarlanıp aracının ipleri elektrik tellerine takılınca da yerden iki buçuk metre yükseklikte asılı kaldı, îndirilmesi için bölgede elektriklerin yaklaşık yirmi dakika süreyle kesilmesi gerekti. Çarpılmadığı için şanslıydı. Larry sandalyesini daha sonra mahallesinden bir çocuğa verdi ve balonlarının parçalarını imzalayarak dağıttı.
Larry uçuşunu başarıyla ve kazasız belasız atlatmış olsa da, Federal Havacılık İdaresi durumdan memnun değildi. 17 Aralık tarihinde, Larry'yi -uçuş belgesi olmayan bir araçla havalanmak dahil- dört uçuş kuralını ihlal etmekten dört bin dolar para cezasına çarptırdılar. Tüm birikimini bu uçuşa harcamış olan Larry cezayı ödeyebilecek durumda değildi. Pazarlıklar sonunda, FHİ ceza tutarını, sadece güvenli olmayan bir araçla uçmak suçunun karşılığı olarak, bin beş yüz dolara indirdi. (Bundan sonra Wright Kardeşlere özenip deneysel uçak tasarımları yapmaya kalkacak kimse çıkmaz herhalde.)
Uçuşuyla ilgili haberler tüm dünyaya yayıldıkça Larry kısa sürede şöhret oldu. Çeşitli televizyon programlarına katıldı. Fakat uçuşu ona hiçbir maddi getiri sağlamadı. Internet ortamında hikayesi yayıldı. 1997 yılında, 'Lüzumsuz yere gösterdiği aptallık' için internet üzerinden verilen Darwin ödülüne layık görüldü.
Ne yazık ki, Larry 1993 yılının Ekim ayında intihar etmişti. Hiçbir intihar notu bulunmadı ama yıllar önce gerçekleştirdiği uçuşun bununla bir ilgisi olduğu sanılmıyor.
Bu öyküyle ilgili üzücü bir ayrıntı daha: Larry teorik olarak balonla yapılan uçuşlar için yükseklik rekorunu kırmıştı ama uçuşu resmi olmadığı ve onaylanmadığı için rekoru da kabul edilmiyor.
hikayeler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hikayeler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
21 Eylül 2010 Salı
20 Eylül 2010 Pazartesi
COLLYER KARDEŞLER
PEKİ AMA LANGLEY NEREDEYDİ?
Yol açın Frasier ve Niles Crane kardeşler. Bir rakibiniz var. Sizin asla olamayacağınız kadar tuhaf iki kardeş gerçekten yaşadı.
Bahsettiğim iki kardeş gerçekten en iyi şartlarda dünyaya geldiler. New York'un en köklü ailelerinden birinin soyundan geliyorlardı. Ataları Amerika'ya Mayflower günlerinde Speed-well gemisiyle gelmişlerdi. Babaları Dr. Herman L. Collyer, Manhattan'ın zengin ve tanınmış bir jinekologuydu. Anneleri Susie, klasiklere meraklı, eğitimli bir kadındı. 1881 yılında doğan ilk oğulları Homer, mühendislik eğitimi gördü. 1885'te doğan Langley ise Columbia Üniversitesi'ni bitirip denizcilik avukatı oldu.
Ancak 1909 yılında oğlanların talihi döndü. O dönem için oldukça sıra dışı gözükse de, kan koca ayrılma kararı aldılar. Baba evden ayrıldı ve yirmili yaşlarındaki iki çocuk da anneleriyle birlikte yaşamayı seçtiler. Hayat çok kötü değildi. Beşinci Cadde, 128. Sokakta bulunan üç katlı bir konakta yaşıyorlardı.
Fakat her şey değişti. Anneleri öldü. Harlem bölgesi yozlaşmaya başladı. Yoksulluk yaygınlaştı. Suç oranı arttı. Collyer kardeşler de, bütün bunların sonucunda, kendilerini dış dünyadan iyice soyutladılar.
Kabul edelim. Dünya ile iletişimi koparmak insanları oldukça tuhaflaştırabilir. Homer ve Langley gibi insanları ünlü yapan da böyle bir tuhaflıktır.
Zaman içinde pencereleri tahtayla kapladılar. Davetsiz misafirleri uzak tutmak için evin her köşesine bubi tuzakları yerleştirdiler. Konağın hava gazı, suyu ve elektriği kesildi. Bir ara, Langley, bir araba motorunu enerji kaynağı olarak kullanmayı denedi. Dört blok ötedeki bir parktan su alıyorlardı. Yemek yapmak ve koca evi ısıtmak için bir gaz sobası kullanıyorlardı. Langley, 1933 yılında kör kalan Homer'in tedavisi için, haftada yüz adet portakal, kepekli ekmek ve fıstık ezmesinden oluşan bir diyet hazırladı. Bana sorarsanız, pekala işe yarayabilir.
Çok tuhaf.
1942 yılında, Collyer kardeşler gazetelere konu oldular. Evlerinin ipoteğini ödeyemedikleri için banka kapılarına dayandı. Bowery Bankası, tahliye prosedürünü uygulamaya koydu ve evi boşaltmaları için bir ekip gönderdi. Langley Collyer işçilere bağırmaya başlayınca polis çağrılması gerekti. Ön kapıyı kıran polisler, yabancıların girmesini engellemek için yapılmış çöpten bir duvarla karşılaştılar. Langley, 6.700 dolarlık bir çek yazdı ve borcu kapatarak ipoteği kaldırdı.
Herkesin mülkünü terk etmesini istedi ve Collyer kardeşler hakkında son duyulan şey bu oldu.
21 Mart 1947 Cuma günü, sabah saat onda, Charles Smith adlı bir adam polis merkezini arayıp "Beşinci Cadde'deki 2078 numaralı binada ölü bir adam var" ihbarını yapana dek. Charles Smith'in gerçek kimliği bugün bile gizemini koruyor.
Olay yerine gönderilen devriye polisi binaya girmeyi başaramadı. Ne kapı zili ne de telefon vardı. Konağın tüm kapıları kilitlenmişti. Bodrum pencereleri kırılmıştı ama demir parmaklıklar içeriye girilmesini engelliyordu. Yedi kişilik bir acil durum ekibinin çağrılması gerekti.
Peki siz olsanız, bu durumda ne yapardınız? Evde muhtemelen bir ceset var ama içeri giremiyorsunuz. İlk akla gelen kapıyı kırmak olacaktır ki, onlar da bunu yaptılar. Ancak antreye yığılmış eski gazetelerden, şiltelerden, yarım bir dikiş makinesinden, üst üste yığılmış sandalye ve kutulardan, parçalanmış bir üzüm cenderesinden ve çeşit çeşit çöpten oluşan duvar yollarını kapıyordu.
Polisin ön kapıdan kolaylıkla içeri giremeyeceği ortadaydı. Bunun üzerine başka bir yol denemeye karar verdiler. Bir merdiven bulup binaya yasladılar. Bu kez ikinci kattaki bir pencereden içeri girmeyi deneyeceklerdi.
Ama şans onlardan yana değildi. Kardeşler pencerenin önünde daha da büyük bir yığın oluşturmuşlardı. Polis bütün çöpleri teker teker ayıklayarak sokağa atmaya başladı. İplerle bağlanmış sayısız eski gazete ve boş karton kutu, bir bebek arabasının iskeleti, bir tırmık, birbirlerine bağlanmış iki şemsiye ve daha yığınla ıvır zıvır çıkarıldı.
Pencerenin önündeki yığın biraz temizlendiğinde bir devriye polisi içeri girmeyi başardı. El fenerinin de yardımıyla daha birçok çöpü ittirerek ilerleyen polis, Homer Collyer'i başını dizlerinin arasına almış bir şekilde yerde otururken buldu. Ufak tefek yaşlı adamın donuk gri saçları omuzlarına dökülüyordu. Üstünde sadece eski, yırtık pırtık bir bornoz vardı.
Tetkike katılan Dr. Arthur C. Ailen, bulunan cesedin Homer Collyer'e ait olduğunu ve yaklaşık on saat önce öldüğünü teyit etti. Açıklaması şöyleydi: "Ölüm sebebini tespit etmekle sorumlu kişi olarak, eksiksiz bir incelemenin sonucunda şunu söyleyebilirim ki, kendisi sadece ölmemiş, gerçekten de ölmüştür." Tamam, bunlar birebir kullandığı kelimeler olmayabilir.
Binanın dışındaki kalabalık altı yüz kişinin üzerine çıkmıştı ve herkes Langley'in nerede olduğunu merak ediyordu. Acaba şehirde mi geziniyordu? Hala evde saklanıyor olabilir miydi? Polise ipucunu veren o muydu? Kimse kesin olarak bilmiyordu.
Ertesi pazartesi günü polis evde kayıp kardeşi aramaya başladı. Bulabildikleri tek şey daha çok çöp oldu: gaz lambaları, bir at arabası tentesi, paslanmış bir bisiklet, üç tane oyuncak bebek, bir bebek arabası, paslanmış bir yatak, bir gaz ocağı, sayısız eski gazete, çıplak kadın resimleri ve daha bir sürü şey. Peki ama Langley neredeydi?
Ertesi gün eve dönen polis, parçalanmış bir patates soyacağı, boncuklu bir abajur, eski bir araba şasisi, çocuk oyuncakları ve yeni gazete, dergi ve tahta yığınları buldu. Peki ama Langley neredeydi?
Üçüncü gün evden daha da çok ıvır zıvır çıkarıldı, îşe yaramayacağına kanaat getirilen her eşya pencereden dışarı fırlatılıyordu. Kıymetli eşyalar ise depoda toplanıyordu. Peki ama Langley neredeydi?
Dördüncü gün de polis evden çöp çıkarmaya devam etti. Langley'i ararken tasnif edilmiş silahlar ve cephane ile karşılaştılar. Homer'ın öldüğü odada, çeşitli bankalardaki toplam 3007 Amerikan dolarını belgeleyen hesap cüzdanları buldular. Peki ama Langley neredeydi?
30 Mart Cumartesi günü, Langley'in Atlantic City'ye giden bir otobüse binerken görüldüğü haberi geldi. Kayıp kardeş için sürdürülen arama çalışmaları kısa bir süre için New Jersey sahiline odaklandı. Ancak hiçbir iz bulunamadı. O halde Langley neredeydi?
Yeniden Pazartesi olmuştu. Polis evden çöp çıkarmayı sürdürüyordu. Üç binden fazla kitap, bir sürü eski telefon defteri, bir atın çene kemiği, Steinway marka bir piyano, eski model bir röntgen cihazı ve yeni gazete yığınları bunların arasındaydı. Evin sadece ilk katından, on dokuz tonun üzerinde eşya çıkarılmıştı!
O halde Langley hangi cehennemdeydi?
Arama çalışmaları devam etti. Her geçen gün evden daha fazla eşya çıkarılıyordu. Eskimiş tıbbi gereçler, insan modelleri, çeşit çeşit müzik enstrümanı ve elbette daha fazla eski gazete. Çöp. Çöp. Çöp. Ya Langley neredeydi? 3 Nisan 1947'de polis onu bulduğunu sandı. Güney Bronx'taki Pugsley Irmağı'ndan bir ceset çıkarılmıştı. Ceset kayıp kardeşe benziyordu ama o hafta başında kaybolduğu bildirilmiş Thomas Lynch adlı biri olduğu tespit edildi. Yeter artık. Langley neredeydi?
Günler geçiyor, evden hala çöp çıkıyordu. 7 Nisan Pazartesi günü itibariyle evden 103 ton işe yaramaz zımbırtı çıkmıştı. Ortalama bir evin ağırlığı bile bu kadar etmez herhalde.
Bir sonraki cümlenin ne olacağını artık tahmin edebiliyorsunuzdur. Eminim sormamdan da bıktınız ama: Langley neredeydi?
Neyse ki bunu son kez söyledim. Çünkü 8 Nisan 1947 Salı günü Langley Collyer'in cesedinin yeri sonunda tespit edildi. İster inanın ister inanmayın, kardeşi Homer'ın öldüğü noktadan on adım uzaktaydı. Kısmen çürümeye başlamış olan ceset, büyük ve çirkin bir fare tarafından kemiriliyordu. Bir bavul, üç metal ekmek kutusu ve evet, doğru tahmin ettiniz, yığınla gazete bedenini saklamıştı.
Dedektifler, Langley'in üzerine düşen kendi bubi tuzaklarından birinin altında boğularak öldüğü sonucuna ulaştılar. Felçli ve gözleri görmeyen kardeşi Homer'a yiyecek bir şeyler bulmak amacıyla, tünele benzeyen bu labirentin altından sürünerek geçmeye çalıştığını düşündüler. Kendisini besleyecek kimse kalmayınca da, Homer kaçınılmaz olarak açlıktan ölmüştü.
Kardeşlerin evi gayrimenkul olarak 91 bin dolar, arazi ola-raksa 20 bin dolar değerindeydi. 136 ton çöp arasından işe yarar durumda olanlar, açık artırma sonucu iki bin dolardan az bir meblağa satıldı. Bir zamanlar güzel bir yer olan konaklan yıkıldı ve bugün park yeri olarak kullanılıyor.
Elimizde cevaplanmamış tek bir soru kaldı. Bütün o gazeteler ne işe yarıyordu? Cevap Langley'in 1942 yılında New York Herald Tribüne gazetesine verdiği bir röportajda saklı: "Gazeteleri Homer için biriktiriyorum. Yeniden görebildiği zaman eski haberleri okuyabilsin diye."
Ne yazık ki, haberleri okuyabilme şansı hiç olmadı. Bunun yerine, ikisi birlikte gazetelere haber oldular.
Yol açın Frasier ve Niles Crane kardeşler. Bir rakibiniz var. Sizin asla olamayacağınız kadar tuhaf iki kardeş gerçekten yaşadı.
Bahsettiğim iki kardeş gerçekten en iyi şartlarda dünyaya geldiler. New York'un en köklü ailelerinden birinin soyundan geliyorlardı. Ataları Amerika'ya Mayflower günlerinde Speed-well gemisiyle gelmişlerdi. Babaları Dr. Herman L. Collyer, Manhattan'ın zengin ve tanınmış bir jinekologuydu. Anneleri Susie, klasiklere meraklı, eğitimli bir kadındı. 1881 yılında doğan ilk oğulları Homer, mühendislik eğitimi gördü. 1885'te doğan Langley ise Columbia Üniversitesi'ni bitirip denizcilik avukatı oldu.
Ancak 1909 yılında oğlanların talihi döndü. O dönem için oldukça sıra dışı gözükse de, kan koca ayrılma kararı aldılar. Baba evden ayrıldı ve yirmili yaşlarındaki iki çocuk da anneleriyle birlikte yaşamayı seçtiler. Hayat çok kötü değildi. Beşinci Cadde, 128. Sokakta bulunan üç katlı bir konakta yaşıyorlardı.
Fakat her şey değişti. Anneleri öldü. Harlem bölgesi yozlaşmaya başladı. Yoksulluk yaygınlaştı. Suç oranı arttı. Collyer kardeşler de, bütün bunların sonucunda, kendilerini dış dünyadan iyice soyutladılar.
Kabul edelim. Dünya ile iletişimi koparmak insanları oldukça tuhaflaştırabilir. Homer ve Langley gibi insanları ünlü yapan da böyle bir tuhaflıktır.
Zaman içinde pencereleri tahtayla kapladılar. Davetsiz misafirleri uzak tutmak için evin her köşesine bubi tuzakları yerleştirdiler. Konağın hava gazı, suyu ve elektriği kesildi. Bir ara, Langley, bir araba motorunu enerji kaynağı olarak kullanmayı denedi. Dört blok ötedeki bir parktan su alıyorlardı. Yemek yapmak ve koca evi ısıtmak için bir gaz sobası kullanıyorlardı. Langley, 1933 yılında kör kalan Homer'in tedavisi için, haftada yüz adet portakal, kepekli ekmek ve fıstık ezmesinden oluşan bir diyet hazırladı. Bana sorarsanız, pekala işe yarayabilir.
Çok tuhaf.
1942 yılında, Collyer kardeşler gazetelere konu oldular. Evlerinin ipoteğini ödeyemedikleri için banka kapılarına dayandı. Bowery Bankası, tahliye prosedürünü uygulamaya koydu ve evi boşaltmaları için bir ekip gönderdi. Langley Collyer işçilere bağırmaya başlayınca polis çağrılması gerekti. Ön kapıyı kıran polisler, yabancıların girmesini engellemek için yapılmış çöpten bir duvarla karşılaştılar. Langley, 6.700 dolarlık bir çek yazdı ve borcu kapatarak ipoteği kaldırdı.
Herkesin mülkünü terk etmesini istedi ve Collyer kardeşler hakkında son duyulan şey bu oldu.
21 Mart 1947 Cuma günü, sabah saat onda, Charles Smith adlı bir adam polis merkezini arayıp "Beşinci Cadde'deki 2078 numaralı binada ölü bir adam var" ihbarını yapana dek. Charles Smith'in gerçek kimliği bugün bile gizemini koruyor.
Olay yerine gönderilen devriye polisi binaya girmeyi başaramadı. Ne kapı zili ne de telefon vardı. Konağın tüm kapıları kilitlenmişti. Bodrum pencereleri kırılmıştı ama demir parmaklıklar içeriye girilmesini engelliyordu. Yedi kişilik bir acil durum ekibinin çağrılması gerekti.
Peki siz olsanız, bu durumda ne yapardınız? Evde muhtemelen bir ceset var ama içeri giremiyorsunuz. İlk akla gelen kapıyı kırmak olacaktır ki, onlar da bunu yaptılar. Ancak antreye yığılmış eski gazetelerden, şiltelerden, yarım bir dikiş makinesinden, üst üste yığılmış sandalye ve kutulardan, parçalanmış bir üzüm cenderesinden ve çeşit çeşit çöpten oluşan duvar yollarını kapıyordu.
Polisin ön kapıdan kolaylıkla içeri giremeyeceği ortadaydı. Bunun üzerine başka bir yol denemeye karar verdiler. Bir merdiven bulup binaya yasladılar. Bu kez ikinci kattaki bir pencereden içeri girmeyi deneyeceklerdi.
Ama şans onlardan yana değildi. Kardeşler pencerenin önünde daha da büyük bir yığın oluşturmuşlardı. Polis bütün çöpleri teker teker ayıklayarak sokağa atmaya başladı. İplerle bağlanmış sayısız eski gazete ve boş karton kutu, bir bebek arabasının iskeleti, bir tırmık, birbirlerine bağlanmış iki şemsiye ve daha yığınla ıvır zıvır çıkarıldı.
Pencerenin önündeki yığın biraz temizlendiğinde bir devriye polisi içeri girmeyi başardı. El fenerinin de yardımıyla daha birçok çöpü ittirerek ilerleyen polis, Homer Collyer'i başını dizlerinin arasına almış bir şekilde yerde otururken buldu. Ufak tefek yaşlı adamın donuk gri saçları omuzlarına dökülüyordu. Üstünde sadece eski, yırtık pırtık bir bornoz vardı.
Tetkike katılan Dr. Arthur C. Ailen, bulunan cesedin Homer Collyer'e ait olduğunu ve yaklaşık on saat önce öldüğünü teyit etti. Açıklaması şöyleydi: "Ölüm sebebini tespit etmekle sorumlu kişi olarak, eksiksiz bir incelemenin sonucunda şunu söyleyebilirim ki, kendisi sadece ölmemiş, gerçekten de ölmüştür." Tamam, bunlar birebir kullandığı kelimeler olmayabilir.
Binanın dışındaki kalabalık altı yüz kişinin üzerine çıkmıştı ve herkes Langley'in nerede olduğunu merak ediyordu. Acaba şehirde mi geziniyordu? Hala evde saklanıyor olabilir miydi? Polise ipucunu veren o muydu? Kimse kesin olarak bilmiyordu.
Ertesi pazartesi günü polis evde kayıp kardeşi aramaya başladı. Bulabildikleri tek şey daha çok çöp oldu: gaz lambaları, bir at arabası tentesi, paslanmış bir bisiklet, üç tane oyuncak bebek, bir bebek arabası, paslanmış bir yatak, bir gaz ocağı, sayısız eski gazete, çıplak kadın resimleri ve daha bir sürü şey. Peki ama Langley neredeydi?
Ertesi gün eve dönen polis, parçalanmış bir patates soyacağı, boncuklu bir abajur, eski bir araba şasisi, çocuk oyuncakları ve yeni gazete, dergi ve tahta yığınları buldu. Peki ama Langley neredeydi?
Üçüncü gün evden daha da çok ıvır zıvır çıkarıldı, îşe yaramayacağına kanaat getirilen her eşya pencereden dışarı fırlatılıyordu. Kıymetli eşyalar ise depoda toplanıyordu. Peki ama Langley neredeydi?
Dördüncü gün de polis evden çöp çıkarmaya devam etti. Langley'i ararken tasnif edilmiş silahlar ve cephane ile karşılaştılar. Homer'ın öldüğü odada, çeşitli bankalardaki toplam 3007 Amerikan dolarını belgeleyen hesap cüzdanları buldular. Peki ama Langley neredeydi?
30 Mart Cumartesi günü, Langley'in Atlantic City'ye giden bir otobüse binerken görüldüğü haberi geldi. Kayıp kardeş için sürdürülen arama çalışmaları kısa bir süre için New Jersey sahiline odaklandı. Ancak hiçbir iz bulunamadı. O halde Langley neredeydi?
Yeniden Pazartesi olmuştu. Polis evden çöp çıkarmayı sürdürüyordu. Üç binden fazla kitap, bir sürü eski telefon defteri, bir atın çene kemiği, Steinway marka bir piyano, eski model bir röntgen cihazı ve yeni gazete yığınları bunların arasındaydı. Evin sadece ilk katından, on dokuz tonun üzerinde eşya çıkarılmıştı!
O halde Langley hangi cehennemdeydi?
Arama çalışmaları devam etti. Her geçen gün evden daha fazla eşya çıkarılıyordu. Eskimiş tıbbi gereçler, insan modelleri, çeşit çeşit müzik enstrümanı ve elbette daha fazla eski gazete. Çöp. Çöp. Çöp. Ya Langley neredeydi? 3 Nisan 1947'de polis onu bulduğunu sandı. Güney Bronx'taki Pugsley Irmağı'ndan bir ceset çıkarılmıştı. Ceset kayıp kardeşe benziyordu ama o hafta başında kaybolduğu bildirilmiş Thomas Lynch adlı biri olduğu tespit edildi. Yeter artık. Langley neredeydi?
Günler geçiyor, evden hala çöp çıkıyordu. 7 Nisan Pazartesi günü itibariyle evden 103 ton işe yaramaz zımbırtı çıkmıştı. Ortalama bir evin ağırlığı bile bu kadar etmez herhalde.
Bir sonraki cümlenin ne olacağını artık tahmin edebiliyorsunuzdur. Eminim sormamdan da bıktınız ama: Langley neredeydi?
Neyse ki bunu son kez söyledim. Çünkü 8 Nisan 1947 Salı günü Langley Collyer'in cesedinin yeri sonunda tespit edildi. İster inanın ister inanmayın, kardeşi Homer'ın öldüğü noktadan on adım uzaktaydı. Kısmen çürümeye başlamış olan ceset, büyük ve çirkin bir fare tarafından kemiriliyordu. Bir bavul, üç metal ekmek kutusu ve evet, doğru tahmin ettiniz, yığınla gazete bedenini saklamıştı.
Dedektifler, Langley'in üzerine düşen kendi bubi tuzaklarından birinin altında boğularak öldüğü sonucuna ulaştılar. Felçli ve gözleri görmeyen kardeşi Homer'a yiyecek bir şeyler bulmak amacıyla, tünele benzeyen bu labirentin altından sürünerek geçmeye çalıştığını düşündüler. Kendisini besleyecek kimse kalmayınca da, Homer kaçınılmaz olarak açlıktan ölmüştü.
Kardeşlerin evi gayrimenkul olarak 91 bin dolar, arazi ola-raksa 20 bin dolar değerindeydi. 136 ton çöp arasından işe yarar durumda olanlar, açık artırma sonucu iki bin dolardan az bir meblağa satıldı. Bir zamanlar güzel bir yer olan konaklan yıkıldı ve bugün park yeri olarak kullanılıyor.
Elimizde cevaplanmamış tek bir soru kaldı. Bütün o gazeteler ne işe yarıyordu? Cevap Langley'in 1942 yılında New York Herald Tribüne gazetesine verdiği bir röportajda saklı: "Gazeteleri Homer için biriktiriyorum. Yeniden görebildiği zaman eski haberleri okuyabilsin diye."
Ne yazık ki, haberleri okuyabilme şansı hiç olmadı. Bunun yerine, ikisi birlikte gazetelere haber oldular.
KAFASIZ TAVUK MIKE
O GERÇEKTEN KAFASI KESİLMİŞ HALDE ETRAFTA KOŞUŞTURAN BİR TAVUKTU
Bu öykü Tavuk Mike hakkında. Mike, tabii ki bildiğiniz sıradan tavuklardan değildi. Hem de hiç sıradan değildi. Yazdık ya, Mike kafasız bir tavuktu. Daha da ayrıntılı bilgi vermek gerekirse Mike kafası olmayan bir horozdu.
Şunu belirtmeliyim ki, Mike her zaman kafasız bir kuş değildi. Aslında Fruita, Colorado'da kafasıyla birlikte yüzde yüz normal bir hayvan olarak doğmuştu.
10 Eylül 1945 tarihinde Mike'ın beş buçuk aylık kısa yaşamım çekilmez hale getirecek bir şey oldu. O gün Mike ölüm cezası aldı. Sahipleri Llyod ve Clara Olsen, kümesteki hayvanların birazını katletmenin, birazını satmanın, kalanları da kendileri için kesmenin zamanı geldiğine karar verdiler. Bu niyetle kümese geldiler.
Dikkat et Mike!
Tahmin edebileceğiniz gibi tavukların kafasını koparma işini Bay Olsen, hayvanları yolup temizlemeyi de Clara yapıyordu.
Tak! Bıçak iner ve Mike'ın kafası kopar.
Mike'ın kafası şüphe götürmez bir şekilde ölmüştü. Ancak geri kalanı için aynısı söylenemezdi.
Şu anda ne düşündüğünüzü biliyorum. Tavukların kafası kesilmiş bir şekilde ortalıkta koşuşturabildikleri bilinen bir gerçektir. İngilizce'de buna dair bir atasözü bile vardır. Ancak kafası kopmuş bir tavuğun birkaç dakikadan fazla yaşamayacağını da herkes bilir.
Mike'ın hayat oyununun kurallarını bilmediği besbelliydi. Kafası yerde duruyordu ama o sorunsuz bir şekilde ayakta durup hiçbir şey olmamış gibi dolanabiliyordu. Sonraki gün Mike hala yalpalayarak geziyordu. Lloyd onu besleyip ne kadar hayatta tutabileceğini görmeye karar verdi. Açık olan yemek borusundan bir göz damlalığıyla, öğütülmüş yem ve sudan oluşan bir karışım vererek Mike'ı besledi. Taşlığının verilen yemi öğüte-bilmesi için yemek borusundan minik çakıl parçaları attı. Mike günler geçtikçe kilo alıyordu.
Zavallı kuş hiç zorlanmadan yüksek çitleri bile aşabiliyordu. Ötmesi ise boğazından çıkan guruldama şeklindeydi. Mike olmayan kafasındaki olmayan gagasıyla tüylerini yolmaya bile çalışıyordu. Kafasının işlevlerim saymazsak, görünüşe göre, Mike öteki tavukların yaptığı her şeyi yapabiliyordu. Vücudunun önemli bir kısmının eksik olduğunun farkında bile değildi.
Kafasız tavukların her gün karşımıza çıkmadığını kabul edeceğinize eminim. İşportacı geleneklerine göre bu tuhaf durumdan para kazanılabilirdi. Böylece Hope Wade adında bir yatırımcı gelip Lloyd'u gösteri dünyasında iyi bir yer edinebileceğine ikna etti. Mucize Mike -sahne ismi buydu- Amerika'nın tüm batı yakasını baştan aşağı turladı. Kafası, bir konserve kavanozunda Mike'la birlikte seyahat ediyordu (Aslında Mike'ın kafasini bir kedi yemişti ve kavanozdaki başka zavallı bir tavuğa aitti.) Kafasının kesilmesinden tam altı hafta sonra Life dergisi Mike'ı haber yaptı ve ünü daha da yayıldı. Kafasız Mike'ı görmek için herkes 25 sent ödeyebilirdi.
Popülaritesinin zirvesindeyken ayda 4.500 dolar kazandırıyordu. O zaman için bu para küçük bir servetti.
Ortada para varsa, daima taklitçiler de bulunur. Mike'ın geldiği kasabadan başkaları da aynı şeyin olması umuduyla tavuklarının kafasını kesiyordu. Taklitçi horozlardan birinin adı Şanslı idi ve bir soba borusuna girip ölene dek tam on bir gün yaşadı. Şanslı o kadar da şanslı değildi anlayacağınız. Birkaç gün yaşayan başka kafasız tavuklar da oldu.
Peki Mike nasıl hayatta kalabiliyordu? Bilim insanları Mike'ı incelediler ve Bay Olsen'in tavuğun kafasını koparırken pek başarılı bir iş çıkarmadığını gördüler. Kafanın çoğu kopmuştu ancak bir kulak yerinde duruyordu. Bıçak şah daman ıskalamıştı ve bir pıhtı Mike'ın kan kaybından ölmesini önlemişti. Anlaşılan,
tavuğun reflekslerinin birçoğu, büyük ölçüde sağlam kalmış olan beyin sapından kaynaklanıyordu. Mike aynı zamanda birçok hayvan sever dernek tarafından da incelendi ve acı çekmediği açıklandı.
Mike'ın en çok karşılaştığı sorun, kendi sümüğü yüzünden nefes alamayışıydı. Olsenler sümüğü çekmek için şırınga kullanıyorlardı. Fakat bir gün kader darbesini indirdi. Fruita'daki evine dönmekte olan Mike, geceyi Olsenlerle birlikte Phoenix'teki bir otel odasında geçiriyordu. Gecenin bir vaktinde Mike'ın öksürüklerini duyan Olsenler, şırıngayı önceki gün gösteri yaptıkları alanda unuttuklarını fark ettiler. Mucize Mike artık yoktu.
Mike'ın bu dünyadan gecikmeli ayrılışının tam tarihi hiçbir zaman kayıtlara geçmedi. Yıllar sonra, Lloyd'un verdiği bilgilere dayanarak, Mucize Mike'ın 1947 Mart'ında öldüğü kabul edildi. On sekiz ay boyunca kafasız yaşamak bir dünya rekoru sayılabilirdi. Ancak Lloyd kazayla hayvanın ölümüne sebep olduğunu kabul etmek istemedi ve Mike'ı sattığını iddia etti. Bu küçük zararsız yalan yüzünden, Mike ile ilgili birçok öyküde, onun 1949 sonlarına kadar ülkeyi turlamaya devam ettiğinden bahsedilir.
Ama durun, öykümüz henüz bitmedi! Mike adına bir tatil günü bile var! 17 Mayıs 1999'da, Mike'ın memleketi Fruita'da, kentin en ünlü şahsiyeti onuruna ilk 'Kafasız Tavuk Mike Günü' düzenlendi. Etkinlikler arasında kafasız bir tavuk gibi koşma yarışı, yumurta fırlatma, tavuğun kafasını takma oyunu, gıdaklama ve klasik tavuk dansı bulunuyordu. Bir şeyler yemek isteyenler içinse tahmin ettiğiniz gibi tavuk, tavuk salatası ve benzerleri mevcuttu. Ayrıca Tavuk Tombalası adlı oyunu da unutmayalım. Bu oyunda, tavukların üzerine pisledikleri kutulardaki numaralar seçiliyordu.
İlginizi çektiyse, Kafasız Tavuk Mike Günü her yıl kutlanıyor. Kulağa çok tuhaf gelse de, aslında iyi vakit geçirmeniz mümkün. Bunların hepsi, Mucize Mike adlı şanslı bir hayvanın hayatını kutlamak amacıyla gerçekleştiriliyor.
Bu öykü Tavuk Mike hakkında. Mike, tabii ki bildiğiniz sıradan tavuklardan değildi. Hem de hiç sıradan değildi. Yazdık ya, Mike kafasız bir tavuktu. Daha da ayrıntılı bilgi vermek gerekirse Mike kafası olmayan bir horozdu.
Şunu belirtmeliyim ki, Mike her zaman kafasız bir kuş değildi. Aslında Fruita, Colorado'da kafasıyla birlikte yüzde yüz normal bir hayvan olarak doğmuştu.
10 Eylül 1945 tarihinde Mike'ın beş buçuk aylık kısa yaşamım çekilmez hale getirecek bir şey oldu. O gün Mike ölüm cezası aldı. Sahipleri Llyod ve Clara Olsen, kümesteki hayvanların birazını katletmenin, birazını satmanın, kalanları da kendileri için kesmenin zamanı geldiğine karar verdiler. Bu niyetle kümese geldiler.
Dikkat et Mike!
Tahmin edebileceğiniz gibi tavukların kafasını koparma işini Bay Olsen, hayvanları yolup temizlemeyi de Clara yapıyordu.
Tak! Bıçak iner ve Mike'ın kafası kopar.
Mike'ın kafası şüphe götürmez bir şekilde ölmüştü. Ancak geri kalanı için aynısı söylenemezdi.
Şu anda ne düşündüğünüzü biliyorum. Tavukların kafası kesilmiş bir şekilde ortalıkta koşuşturabildikleri bilinen bir gerçektir. İngilizce'de buna dair bir atasözü bile vardır. Ancak kafası kopmuş bir tavuğun birkaç dakikadan fazla yaşamayacağını da herkes bilir.
Mike'ın hayat oyununun kurallarını bilmediği besbelliydi. Kafası yerde duruyordu ama o sorunsuz bir şekilde ayakta durup hiçbir şey olmamış gibi dolanabiliyordu. Sonraki gün Mike hala yalpalayarak geziyordu. Lloyd onu besleyip ne kadar hayatta tutabileceğini görmeye karar verdi. Açık olan yemek borusundan bir göz damlalığıyla, öğütülmüş yem ve sudan oluşan bir karışım vererek Mike'ı besledi. Taşlığının verilen yemi öğüte-bilmesi için yemek borusundan minik çakıl parçaları attı. Mike günler geçtikçe kilo alıyordu.
Zavallı kuş hiç zorlanmadan yüksek çitleri bile aşabiliyordu. Ötmesi ise boğazından çıkan guruldama şeklindeydi. Mike olmayan kafasındaki olmayan gagasıyla tüylerini yolmaya bile çalışıyordu. Kafasının işlevlerim saymazsak, görünüşe göre, Mike öteki tavukların yaptığı her şeyi yapabiliyordu. Vücudunun önemli bir kısmının eksik olduğunun farkında bile değildi.
Kafasız tavukların her gün karşımıza çıkmadığını kabul edeceğinize eminim. İşportacı geleneklerine göre bu tuhaf durumdan para kazanılabilirdi. Böylece Hope Wade adında bir yatırımcı gelip Lloyd'u gösteri dünyasında iyi bir yer edinebileceğine ikna etti. Mucize Mike -sahne ismi buydu- Amerika'nın tüm batı yakasını baştan aşağı turladı. Kafası, bir konserve kavanozunda Mike'la birlikte seyahat ediyordu (Aslında Mike'ın kafasini bir kedi yemişti ve kavanozdaki başka zavallı bir tavuğa aitti.) Kafasının kesilmesinden tam altı hafta sonra Life dergisi Mike'ı haber yaptı ve ünü daha da yayıldı. Kafasız Mike'ı görmek için herkes 25 sent ödeyebilirdi.
Popülaritesinin zirvesindeyken ayda 4.500 dolar kazandırıyordu. O zaman için bu para küçük bir servetti.
Ortada para varsa, daima taklitçiler de bulunur. Mike'ın geldiği kasabadan başkaları da aynı şeyin olması umuduyla tavuklarının kafasını kesiyordu. Taklitçi horozlardan birinin adı Şanslı idi ve bir soba borusuna girip ölene dek tam on bir gün yaşadı. Şanslı o kadar da şanslı değildi anlayacağınız. Birkaç gün yaşayan başka kafasız tavuklar da oldu.
Peki Mike nasıl hayatta kalabiliyordu? Bilim insanları Mike'ı incelediler ve Bay Olsen'in tavuğun kafasını koparırken pek başarılı bir iş çıkarmadığını gördüler. Kafanın çoğu kopmuştu ancak bir kulak yerinde duruyordu. Bıçak şah daman ıskalamıştı ve bir pıhtı Mike'ın kan kaybından ölmesini önlemişti. Anlaşılan,
tavuğun reflekslerinin birçoğu, büyük ölçüde sağlam kalmış olan beyin sapından kaynaklanıyordu. Mike aynı zamanda birçok hayvan sever dernek tarafından da incelendi ve acı çekmediği açıklandı.
Mike'ın en çok karşılaştığı sorun, kendi sümüğü yüzünden nefes alamayışıydı. Olsenler sümüğü çekmek için şırınga kullanıyorlardı. Fakat bir gün kader darbesini indirdi. Fruita'daki evine dönmekte olan Mike, geceyi Olsenlerle birlikte Phoenix'teki bir otel odasında geçiriyordu. Gecenin bir vaktinde Mike'ın öksürüklerini duyan Olsenler, şırıngayı önceki gün gösteri yaptıkları alanda unuttuklarını fark ettiler. Mucize Mike artık yoktu.
Mike'ın bu dünyadan gecikmeli ayrılışının tam tarihi hiçbir zaman kayıtlara geçmedi. Yıllar sonra, Lloyd'un verdiği bilgilere dayanarak, Mucize Mike'ın 1947 Mart'ında öldüğü kabul edildi. On sekiz ay boyunca kafasız yaşamak bir dünya rekoru sayılabilirdi. Ancak Lloyd kazayla hayvanın ölümüne sebep olduğunu kabul etmek istemedi ve Mike'ı sattığını iddia etti. Bu küçük zararsız yalan yüzünden, Mike ile ilgili birçok öyküde, onun 1949 sonlarına kadar ülkeyi turlamaya devam ettiğinden bahsedilir.
Ama durun, öykümüz henüz bitmedi! Mike adına bir tatil günü bile var! 17 Mayıs 1999'da, Mike'ın memleketi Fruita'da, kentin en ünlü şahsiyeti onuruna ilk 'Kafasız Tavuk Mike Günü' düzenlendi. Etkinlikler arasında kafasız bir tavuk gibi koşma yarışı, yumurta fırlatma, tavuğun kafasını takma oyunu, gıdaklama ve klasik tavuk dansı bulunuyordu. Bir şeyler yemek isteyenler içinse tahmin ettiğiniz gibi tavuk, tavuk salatası ve benzerleri mevcuttu. Ayrıca Tavuk Tombalası adlı oyunu da unutmayalım. Bu oyunda, tavukların üzerine pisledikleri kutulardaki numaralar seçiliyordu.
İlginizi çektiyse, Kafasız Tavuk Mike Günü her yıl kutlanıyor. Kulağa çok tuhaf gelse de, aslında iyi vakit geçirmeniz mümkün. Bunların hepsi, Mucize Mike adlı şanslı bir hayvanın hayatını kutlamak amacıyla gerçekleştiriliyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)